"Sen de böyle misin?" diye soruyor.
"Bir Başkadır" dizisini Kanadalı arkadaşımla izlerken, Psikyatrist Peri ile Meryem'in diyaloğundan sonra ekranı durduruyor ve küt diye bu soruyu soruyor.
"Sen de böyle misin?"
"Nasıl?" diye sorusuna soruyla cevap veriyorum.
"24 geçiyor mu buradan?" da diyebilirdim ama sululuğa gerek yok.
"Yani sen de başı kapalıları, bu psikyatrist gibi küçük görüyor muydun Türkiye'deyken? Hafif ırkçı bir tavır içinde miydin? Ayrıştırıyor muydun, yargılıyor muydun?" diyerek sorusunu detaylı bir şekilde tekrarlıyor.
"Babaannem başını örterdi." diyorum cevaben. "24 geçiyor mu, buradan?"ın farklı bir versiyonu...
Anlatmaya devam ediyorum.
"Babaannem, Osmanlı İmparatorluğu topraklarında dünyaya gelmiş, Kastamonulu çiftçi bir ailenin en küçük kızı. Osmanlıca okuma yazma bilirdi. Çarşıya pazara giderken, notlarını sağdan sola Arap alfabesiyle yazardı."
Konuyu bir süreliğine dağıtmış gözüküyorum.
"Babaannem beş vakit namazını kılardı, orucunu tutardı, kurban keser etini dağıtırdı. Bana küçükken dualar öğretirdi. Türkçe anlamlarını da açıklardı. Ve babaannem çok koyu bir Atatürkçü'ydü." diyorum.
İlgiyle dinliyor.
"Evet. Çocukken bana, Atatürk öldüğünde ailecek günlerce nasıl ağladıklarını anlatırdı. Derdi ki 'Atatürk olmasaydı, üzerinde yaşayacağımız bir toprak olmayacaktı.''" Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Anadolu topraklarının Müttefik Devletler tarafından nasıl ele geçirildiğini ve Kurtuluş Savaşı kazanılmasa ortada Osmanlı İmparatorluğu'nun da kalmayacağı bilgisini veriyorum.
Babaannemin kılık kıyafet devrimini benimsediğini, modern giyindiğini ama başını örtmeye devam ettiğini, Türkçe okuma yazmayı ise hiç öğrenemediğini söylüyorum. Düğünlere özel, elbisesiyle aynı kumaştan bone gibi türbanlar diktiğini, türbanı şık bir broşla iğnelediğini hatırlıyorum. Sonra da o namazını kılarken, birdir oynamaya karar verip, üzerinden atladığımı, hiç kızmadan ve istifini bozmadan namaza devam ettiğini...
"Yani..." diyor. Artık bir cevap vermem gerekiyor.
"Yani biz çocukken ayrı - gayrı bilmezdik. Sonra işin içine siyaset girdi." diyorum bir çırpıda.
"Nasıl?" diye soruyor.
"Laik kesimden dizideki gibi İslamcıların cahil olduğunu öngörenler, başörtüsünün ideolojik bir sembol olduğunu düşünenler oldu. Onları da bu düşünceye iten hayat tarzlarını ve özgürlüklerini kaybedecekleri korkusu oldu, çok özetle. Bunun üzerine laikler "elitist", "beyaz Türk", "otoriter" gibi isimlerle anılmaya başlandı." diyorum.
"Kaybettiler mi?"
"Herkes kaybetti, diyelim." diyorum.
"Herkes kaybetti, çünkü çok keskin bir kutuplaşma yaşandı. Farklı mahallelerin sakinleri olarak adlandırıldık. Yüzdelere bölündük. Siyah - beyaz, Doğulu yaşam tarzı - Batılı yaşam tarzı, köylü - şehirli, onlar - biz, fakir - zengin, cahil - aydın, bağnaz - modern, İslamcı - laik diye diye yap boz gibi bin parçaya ayrıldık. Aşağı mahallenin aydını, yukarı mahallenin cahili olamazmış gibi kalıplara sokulduk. Birçokları payına biçilen kalıbı benimsedi ve bedel ödedi. Hâlâ da ödüyor."
Yorulduğumu hissediyorum. Soluklanıp hafif yüzüm kızararak sorusuna cevap veriyorum.
"Öyle olduğum bir dönem oldu. Ama artık değilim." diyorum.
"Sen ne düşündün, diziyi izlerken?" diye soruyorum hemen. Kanadalı birinin izlediklerinden neyi ne kadar anladığını merak ediyorum.
"Ayrımcılık ve ırkçılık yabancı olduğum bir kavram değil." diyor. "Çocukluğumdan beri, okulda mahallede gözlemlediğim bir şey. Burada tabii din veya sınıf üzerinden değil de daha ziyade renk üzerinden ırkçılık var. Asyalılara, Hintlilere ve özellikle de yerli halka karşı... Misal biri kötü araba kullandığı zaman 'Çinli gibi araba kullanıyor' denir."
"Bizim çocukların okulunda Çinliye Çinli demenin bile gizli ırkçılık olduğu öğretiliyor." diyorum.
"Evet, öğretiliyor, 'yok' deniyor ama maalesef var. Ayrıca geçtiğimiz yıl, Quebec eyaletinde çıkan bir yasayla, devlet dairelerinde çalışan Müslümanların başörtüsü, Sihlerin türban, Yahudilerin takke, Hristiyanların haç takması yasaklandı. Altında yatan neden bu insanların tarafsız olması, dini inançlarını işlerine yansıtmamaları gerektiği... Quebec halkı tarafından yasa büyük ölçüde desteklendi." diyor.
Şaşırıyorum ama konuyu uzatmayıp, diziyi nasıl bulduğunu soruyorum.
"Dizide onlar ve biz ayrımı çok net. Ama ortak şeyler de var." diyor.
"Mesela?" diye soruyorum.
"Herkes mutsuz, herkesin bir derdi var ve herkesin öyküsü çok gerçek."
"Başka?" diye soruyorum.
"Film yapımcılarının işi bize madalyonun iki yönünü de göstermek. Bunu çok iyi beceriyorlar. Her iki tarafa da hem kızıyoruz, hem anlıyoruz. Dizide laik kesim empati yapmayı bilmiyor. Kapalılardan da laik kesime karşı eşit bir güvensizlik ve önyargı görüyoruz."
Sohbetimiz bitince diziye kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Son sahnede Ferdi Özbeğen sürprizi çıkınca memleket hasretiyle de başlıyorum yüksek sesle şarkıya eşlik etmeye...
"Aşkımı bir sır gibi... Senelerce sakladım... Geceleri rüyamdaaa... İsmini sayıkladımmm..."
Arkadaşım beklenmeyen bir anda assoliste dönüşmem karşısında gülüyor. Sohbet bir anda neşeleniyor. Hepimizin şarkılarını, müziklerini anlatmaya başlıyorum bu sefer.
"Bir Başkadır"ı bir başka yerden, bir başka bakış açısıyla izlemek, bir başka oluyor.
Aklıma Amerikalı hayırsever Clint Borgen'in "Yurt dışındayken, bulunduğunuz ülkeden çok kendi ülkenizi öğrenirsiniz." lafı geliyor.
Dünyanın öbür ucundan her gün kendi ülkemi öğrenmeye devam ediyorum.
Buna katkıda bulundukları için yayında ve yapımda emeği geçen tüm "Bir Başkadır - Ethos*" ekibine teşekkürü bir borç biliyorum.
*Bir topluluğu, bir ulusu oluşturan inanç ve değerler sistemi.