Hep kendimi anlamak istedim, kendimden memnuniyetsizliğimin sebeplerini bulmaya çalıştım. İki yaşındaki bir çocuk belki yaşananlardan bir şey anlamaz, fakat derisinde saklar tüm acılarını... Yaralı hayata devam eder! "Her şeyim var ve hiçbir şeyim yok." hissi bana Varto Depremi'nin mirasıdır.
Geçtiğimiz hafta dedik ki;
"Bundan sonra bu köşede her çarşamba, gitmeyi konuşacağız. Konularımızı sadece benim değil, tüm gidenlerin, gidip de dönenlerin, oralı olanların, orada olup da buralı kalanların, ne oralı ne buralı olamayanların hikâyeleri üzerinden seçeceğiz.
Yabancı yok. Biz gurbetçiler kendi aramızda çekirdek çitleyip, dertleşeceğiz. Çayları demleyin... Barış Abi'yi de açın yandan. "Tek bir soru hemşehrim, memleket nire? Dedim ya yahu, bu dünya benim memleket!"
Bir haftada dünyanın, 144 şehrinden, binlerce kişi, dertleşmeye katıldı. Helsinki, Tokyo, Dubai, San Francisco, Berlin, Bişkek, Buenos Aires, Şanghay...
Çok teşekkür ederim, yazıyı okuyan, beğenilerini ileten, öykülerini paylaşan, konu önerilerinde bulunan herkese... Lütfen [email protected] adresine hikâyelerinizi yollamaya devam edin.
Gelen mesajlar içerisinde en çok "Memleketlim! Ben de dünyalıyım!" başlıklı bir e-posta dikkatimi çekti. Nuray Hanım mesajında hafif kırık Türkçe'siyle, "Böyle yazılara yorum yazmak adetim değildir ama... Tanımadan sevdim sizi... Biz birbirimizi yaralarımızdan tanırız. Topraklarımız şifa değil bize..." yazınca hikâyesini merak ettim. Ben sordum, o anlattı. Ben sordum, o anlattı.
Nuray Aslan-Uhl, 1964 yılında Muş'un, Varto/Xoşan köyünde, evin ikinci kızı olarak dünyaya gelmiş.
Babası yörenin ilk öğretmenlerinden... Büyük dedesinin varlığını, dedesi iki kadından toplam 10 çocuk yaparak bitirmiş, Nuray Hanım'ın tabiriyle yokluğu kendisine ve ailesine yakıştırmış. Ailenin tek umudu olan baba, 17 kişilik bir haneye öğretmen maaşı ile yetmeye çalışıyormuş ama ne fayda. Hikâyesinin kalanını kendi ağzından dinleyelim.
"Yokluk göreceli bir kavram. Biz kuru ekmeğe muhtaç idik. Lastik ayakkabılar ile bir metre karın içinde okula gittiğimi hatırlıyorum, dudaklarımın soğuktan morartısını halen hissediyorum.
Barakamız iki gözlü idi, biliyorsunuz, birbirimize sarılarak yaşama bağlanmaya çalışıyorduk. Tarımcılık, hayvancılık insanları yaşatmayacak kadar az, öldürmeyecek kadar çok idi. Yarı tok, yarı aç bir dünyanın insanları idik; Ahhh! Derin bir nefes çektim. Neysek oyuz, hatıralar acıtıyor insanı...
Ben iki yaşındaydım. Öğle vakti... Annem barakanın içinde... Ağustos sıcakları malum... Nenem avluda dinlenirken, yer şiddetle sarsılmaya başlıyor, toprak çatlıyor. Annem bir eli ile beni, diğer eliyle altı aylık kardeşim Tuncay’ı kapıp, kendini dışarı atıyor. Nenem evin içinde oğlunu unutur ve anneme sorar: "Faydma (Fadime), neden oğlumu kurtarmadın?"
Annem, "Başka elim yoktu ki, yetişemedim" der gibi ellerine bakar.
Depremde ablamı kaybettim. Halalarım, amcalarım, nenem, dedem, dayılarım vs, vs... Köyümüz bir ağıt yığınına benzedi! Bedenler Ağustos sıcağında çürümeye başladı!
Hep kendimi anlamak istedim, kendimden memnuniyetsizliğimin sebeplerini bulmaya çalıştım. İki yaşındaki bir çocuk belki yaşananlardan bir şey anlamaz, fakat derisinde saklar tüm acılarını... Yaralı hayata devam eder! "Her şeyim var ve hiçbir şeyim yok." hissi bana Varto Depremi'nin mirasıdır.
Depremin açtığı yaraları saramadık. Devlet yaşadığımız bölgeyi mahrumiyet bölgesi ilan edince, insanlarımız Almanya’da işçi olma yarışına koyuldu. Bir çırpıda köyümüz erkeksiz kaldı. Babam öğretmen olduğu için bırakıp gidemedi topraklarını. Mersin’e tayini çıktı. Kalan iki çocuğunu, amcamı ve ölmüş halamın oğlunu da aldı ve Mersin'e gittik. Kardeşim Güray, üç sene kaldığımız Mersin'de doğdu. Orada güzel yıllar geçirsek de, babam köydeki ailesine de bakma mecburiyetinde olduğu için maddi olarak zorlandı. İdealizmi kırıldı, yoksulluk belini büktü. Çocuklarına baktığı amcam ve eniştemiz bile tatile Türkiye'ye geldiği zaman, paralarını avuçlarında saklarlardı.
Bir hikaye anlatayım size. Halam beş çocuğunu yetim bıraktı. En ufak çocuğu bizimle birlikte Mersin'e geldi. Babaları Almanya'ya işçi olarak gittiği için, devlet halamın iki kızını Edremit’te yatılı okula vermiş. Biliyorsunuz, kız çocuğu nazik bir konu topraklarımızda... Babam, amcamla yola çıkıp, kuzenlerimin okulunu bulur ve Müdire Hanım'a onları yeniden köye götüreceğini bildirir. Müdüre Hanım'ın cevabı: "Çıplak getirilen bu çocuklar, bu okulu çıplak terk edecekler!" Babam çarşıdan elbiseler alarak yeğenlerini köye götürür.
1970 yılında köye geri dönerek öğretmenliğini askıya alır, pasaportunu çıkarıp işçi olarak Almanya’ya gelir. Annemin ve dedemin tüm karşı çıkmalarına rağmen...
Babamın gözlerinde miyopluk vardı. Uzağı iyi göremezdi. Göz testini geçmek için sırada beklerken, sayıları önceki arkadaşlarının tekrarından ezberleyerek bu testi geçmeyi başarır.
Vartolu insanların çoğu Berlin'de yaşar. Biz de uçakla Berlin'e geldik. Şunu anımsıyorum. Bir geceliğine İstanbul’da geceledik. Bir otelde... Tuvalet ihtiyacı duydum. Gittiğim odada normal alafranga tuvaleti görünce tanımadım. Anneme sordum, "Tuvalet nerede?" diye. Köyümüzde böylesi bir konforumuz olamazdı.
Babam ve annem bizden 19 ay önce Berlin'e yerleştikleri için, biz gelmeden düzeni kurmuşlardı. 1900'lerden kalma bir binada, sobalı, iki odalı, bir mutfaklı ve dışarıda yarım kat altta bir tuvaleti olan bir evde kalıyorduk. Bu tuvaleti karşımızda oturan yaşlı bir Alman kadını ile paylaşıyorduk. Bir ufak köpeği vardı, güzel bir insandı. Annem tuvaletin önceden çok kirli olduğunu ve iyice temizlediğini anlatmıştı. Babam fabrikadaki mesaisi bittikten sonra Goethe Enstitüsü'nde Almanca kurslarına katıldı. Almancayı öğrendikten sonra ise öğretmenliğe atandı. Çocuklarını Almanya'ya getiren Türkler, Türkçe bilen öğretmenlere ihtiyaç duyuyordu. Biz babamızın okulunda öğrenciydik. Dördümüz her sabah beraber okula gider öğleden sonra geri dönerdik. Babam bize yemek pişirir, bizimle ilgilenirdi. Annem gece vardiyasında çalıştığı için eve geç saatlerde dönerdi.
Babam Atatürk okulunda okuduğundan dolayıdır belki, ütülü giysileri, beyaz gömleği ve kravatı ile çok yakışıklı, dikkat çeken, sevilen biriydi. Okulda Türk çocukları ile beraberdim ve her gün Almanca dersine katılıyorduk. Diğer dersleri babam Türkçe olarak verirdi. Coğrafya, matematik, tarih, Türk dili, spor, resim ve müzik dersleri... Çok yönlü bir öğretmendi. Başarısı halen konuşulur. Biz ilk senelerde Alman çocukları ile tanışmadık. Ayrı dünyaların insanlarıydık. Beşinci sınıfta en başarılı öğrenciler Alman okullarındaki sınıflara verildi. Biz 30 civarında Türk çocuğun içinde, yalnızca dört öğrenci bunu başarabildi. Biri de bendim.
"Kurtuluş eğitimden geçer" diyerek, okuldaki derslerime asıldım ve kitap kurdu oldum. Kitapları okumuyor adeta yutuyordum. Böylelikle Almancayı çok iyi bir şekilde öğrendim.
Mütevazi fakat güzel bir hayatımız vardı. Köy halkına yeterince para gönderebilen babam rahatlamıştı. Dedem bu parayla hayvan, toprak almaya başladı. Çocuklarını okullara gönderdi. Biz ise yıllarca tatile gitmedik. Babamda para biriktirip, bir gelecek kurma kaygısı vardı. Sonradan İstanbul’da arsa alarak bir bina yaptırdı. Uzun sürdü tabii ki. Bir yandan derneklerde politik çalışmalar yaparak, Türkiye meselelerine eğildi. CHP, sonra Timisi'nin kurduğu Yurtseverler Birliği'nde kurucu olarak çalıştı. Çorum/Maraş kıyımı, 12 Eylül faşizmi vs. derken, acıları doya doya uzaklarda çektik. Babam yıllarca memlekete gidemedi. Dedem ve çocukları İstanbul’daki apartmanın dairesinde oturarak, güzel bir hayat yaşadılar. Daha sonraki yıllarda babam annemi İstanbul'a göndererek, duruma itiraz edince, dedemle küslük oldu. Ve bu küslük neredeyse dedem ölene kadar sürdü.
Ben okumaya devam ettim. Hem eğitimci, hem yüksek mimar oldum. 28 senedir mimar olarak çalışıyorum. 1980-90 yıllarında memleketimizde sevdiğiyle evlenmek isteyen kızlarımız öldürülürken, ben zor bir yolu seçtim. Babam elbette Alevi akademisyen bir damat isterdi. Toplum baskısı orada bile huzurumuzu kaçırdı. Çok tartıştık babamla. Fakat geri adım atmadım. Sonunda beni kaybetmek yerine, yanımda yer aldı. O yıllarda kızını Alman'a vermeyi kabul eden ender babalardan oldu.
Eşim Jörg çok güzel bir insan. Bir oğlumuz var, Onay, 24 yaşında. Mutlu, huzurlu, saygı ve sevgi dolu bir evliliğimiz var. Beraber büyümeye çalışıyoruz. 30 sene az bir zaman değil.
Ayşe can, ben 55 yaşındayım. Alevi Kürt kadını olarak güzel bir yaşantım var.
Bazen Türkiye'de kalsaydık, hayatımın nasıl şekilleneceğini düşünüyorum. Babam öğretmen olduğu için, orada da kalsak mutlaka bizi okuturdu. Ülkemde de başarılı bir kadın olmayı kendime yakıştırıyorum. Muhtemelen babamın uygun gördüğü bir Alevi Kürt'üyle evlenirdim. Buradaki gibi seçme şansım olmazdı. Tahminim kadın rolüme daha yatkın bir mesleğim ve yaşantım olurdu. Daha çok çocuğum olurdu. Kendimden çok, ailemin şekillendirdiği bir hayatım olurdu. Belki şimdiki kadar özgür olamazdım ama yine de aileme bağlı ve mutlu biri olurdum. İmkanlarımı ve ortamımı çok iyi gözümde canlandırabiliyorum. Başka bir insan olurdum. Fakat insan olmakta diretirdim.
Benim benliğimin yarısı babamın bana verdiği insan zenginliği, diğer tarafım kadın olarak isyanım. En çok da babama isyan etmek görevim oldu.
Babacığım 30.01.1942 doğumlu, yaşına göre daha yaşlı idi, malum topraklarımızın zorlukları... 09.09.2012 yılında kaybettik babamızı ve kendi isteği üzerine köyümüze, dedemin mezarının yanı başına gömerek uğurladık.
Uzun bir yolculuk oldu, sancı dolu.
Memleketimin yüzü babamın yüzü artık.
Sen güzel uyu sevgili Babam, sana hürmetim ve sevgim sonsuz. "