İki bavulumu alıp evimden çıktım ve en yakın arkadaşlarımdan birinin müsait bir odasına yerleştim.
Arkadaşımın evinde konakladığım o ilk gece rüyamda babamı gördüm. Bana sembolik önemi olan bir eşyamı ısrarla çöpe atmamı, onu Kanada’daki evime ve yeni hayatıma asla sokmamamı tembihliyordu. "Uğursuz" diyordu. "At hemen at!" Ben de o eşyayı sevdiğimi, saklamak istediğimi, hatta belki kızıma bırakabileceğimi söylüyordum. Babam kızımın adını duyunca iyice köpürüyor, "Hele torunuma hiç veremezsin onu" diyerek benimle kavga ediyordu. Kızıyordum ona rüyamda... Neredeyse beş yıldır görüşmüyorduk. Buluşmamız böyle mi olacaktı? Neyin nesiydi bu ısrar... Üstelik istesem de bahsettiği şeyi atamazdım, çünkü tüm eşyalarım toplanmış, paketlenmiş Kanada’nın Vancouver şehrine doğru yola çıkmıştı bile... Sabah iç sıkıntısıyla uyandım, rüyama pek bir anlam veremedim, üzerinde de fazla düşünmedim.
Benim taşındığım daireyi tesadüfen yakın bir arkadaşım tuttu. Sabah kahvemi içtikten sonra daha dün kendi eşyalarımla dolu olan eve, arkadaşımın eşyalarını yerleştirmek için yardıma gittim. Mutfakta fincanları diziyordum ki, elinde bir paketle yanıma geldi. "Unutmadan şunu sana vereyim. Dolabın arkasında unutulmuş" diyerek, babamın rüyama girip atmamı istediği şeyi elime verdi. Her şey ama her şey gitmiş, koca evde bir tek o unutulmuştu. Ellerim titreyerek bahsettiği şeyi aldım, bir süre şok içinde eşyaya bakakaldıktan sonra kendimi topladım ve hemen onu çöpe attım.
İlerleyen saatlerde kütüphaneyi yerleştirmeye başladık. Rastgele açtığım kitap kolisinden, elimin uzandığı ilk kitap "Kanada" seyahat kitabıydı. Arkadaşımla durumun acayipliğine gülerken, donakaldık. Çünkü elime aldığım ikinci kitap Jak Deleon’un İstanbul kitabıydı ve kitapta yer alan fotoğraflar babamın koleksiyonuna aitti. Yani kitabın içinde adı vardı. Babam "Kanada" diyordu. Arkadaşım döndü dedi ki; "Tuğrul Amca, Interstellar filmindeki gibi, başka bir boyuttan önümüze kitap atıyor."
Babam bu dünyadan göçüp gideli 5 yıl olmasına rağmen Kanada’ya göç etme kararımı desteklemiş, hatalarımla barışarak, kapatamadığım hesapları kapatarak yola çıkmamı ve burada kendim ve çocuklarım için yeni bir hayat kurmamı istemişti. En azından üç yıl önce olanları ben böyle yorumlamıştım.
Kanada’ya göçtüğüm ilk günden beri ne zaman zorlansam, ne zaman yapamayacağımı düşünsem, aklıma babamla yaşadığım o garip gün gelir ve hep buraya göç etmemin büyük resimde çok daha anlamlı ve büyük bir nedeni olduğuna inanırım.
Bir de tabii hiç kaybolmayan enerjiye... Termodinamiğin birinci kuralıdır: "Enerji yaratılmaz, ya da yok olmaz. Sadece form değiştirir. İzole bir sistem olan evrendeki toplam enerji değişmez."
İnsan vücudu madde ve enerjiden oluşur. Herkesin vücudunda her an, en az 20 Watt enerji vardır. Bir ampulü aydınlatmaya yetecek kadar... Çevre etkenlere bağlı olarak enerjimiz artar ya da azalır.
Etrafımızda gördüğümüz her şey gibi bedenimiz de atomlardan oluşur. Ölümle birlikte madde kısmımız yok olurken, atomlarımız yeni bir amaç kazanır ve başka bir şeye dönüşür. Bu atomlar ve enerji dünya kurulduğundan beri var ve her zaman var olacak. Yani enerjimizin özü olan ışığımız (bilinç değil) zamanın sonuna kadar uzayda titreşmeye devam eder.
Bu düşüncelerle, babamın ilk kamerası olan 1959 yılından kalma Batı Alman yapımı Voigtlander, Vitomatic II’yi elime alıyorum. Onun yüzlerce kez eline aldığı gibi... Deri kılıfından çıkartıyorum. Belki de 35 yıldır dekorasyon malzemesi olarak duran makinenin objektifini temizliyorum. Amazon’dan 35 mm’lik film sipariş ediyorum. Hayatımda hiç fotoğraf makinesine film takmadım. Bir YouTube videosu izliyorum. Başına bakmam yetiyor. Ellerim film gözünü açan düğmeyi hemen buluyor. Şeridi, makinenin tırnaklarına geçiriyorum, ucunu yerleştiriyorum, bir tur filmi sarıyorum ve arkasını kapatıyorum. Ellerim benim değil, babamın elleri sanki. Ne yapması gerektiğini hemen hatırlıyor. Koşarak balkona çıkıyorum, saksıdaki çiçeklerden birine objektifi odaklıyorum. Makineyi kuruyorum. Deklanşöre basıyorum ve o "klik" sesi... Çalışıyor. 61 yıllık makine çalışıyor!
Babalar Günü sabahı Voigtlander’ı alıyorum elime... Deniz kenarına iniyorum. Babamın gözüyle bakıyorum etrafa... Çiçekler, çiçeklerin üstündeki arılar, ağaçlar, deniz, balık ağları, sandallar, gün batımı... Onun Çengelköy’ünde fotoğraflamayı sevdiği ne varsa, dünyanın öbür ucundaki Bowen Adası’nda o gün hepsi karşıma çıkıyor. İkramiyesiyle birlikte... Ağaçların arasında bir erkek geyik görüyorum uzaktan. Yaklaşabildiğim kadar yaklaşıyorum. Dakikalarca göz göze bakıyoruz. İçim içime sığmıyor. Babamın gözüyle fotoğraflıyorum geyiği. İzin veriyor. Hiç kımıldamıyor. Sonra başıyla selam verip uzaklaşıyor.
Babam gideli 8 yıl oluyor. 8 yıldır ilk kez bir Babalar Günü’nde eksikliğini hissetmiyorum. Onun elleri benim ellerim, onun gözleri benim gözlerim, onun kaybolmayan enerjisi benim içimde... Fotoğraf çekiyoruz gün boyu, birlikte...