1956 yılında, Anadolu Hisarı'nda bahçeli bir köşkte dünyaya geliyor. 1974 yılında, henüz 18 yaşında bir genç kızken, sanata olan ilgisini keşfediyor ve Profesör Süheyl Ünver’in Topkapı Sarayı Müzesi’nde verdiği minyatür derslerine katılmaya başlıyor.
1981 yılında Japonya’nın Sato Bursu’nu kazanması üzerine hayatı değişiyor. Ama ne değişme! Filmlere konu olacak cinsten!
Şimdi 80'li yıllara geri gidiyoruz. Tokyo Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin Geleneksel Japon Resmi Bölümü’nde Profesör Hirayama Ikuo ile çalışma şansı elde eden genç ressam
Günseli Kato'nun hikâyesini dinliyoruz.
Size “çılgın ressam” diyorlar. Niye?
Türkiye’ye geleli 23 sene oldu. O zamanla bu zaman o kadar farklı ki... Mavi saçlı kadını görünce “çılgın” dediler. Tüm çılgınlığım saçımın mavi olması, bir de Türkiye’de ilk kez "performans" sergileyen sanatçı olmam.
Nasıl bir performans?
Japonya’da geçen 17 yılımın hikâyesini, 25 dakikaya sığdırdığım bir performans... Acısıyla, tatlısıyla resim, heykel, dans gibi sanatları birleştirerek sergiledim. Herkes şaşırdı. “Bu kadın tiyatrocu mu, ressam mı, nedir?” diye birbirine sordu. Aslında sözcüklerle dışa vuramadığım şeyleri anlatabilmek için sahneye çıktım. Kadın olarak, sosyal olarak bastırılmışlığımın bir yansımasıydı bu performans... Sadece resim yapmak, içimi dökmeye yetmedi.
O zaman 38 yıl öncesine dönelim ve Japonya hikâyesini baştan dinleyelim.
Her şey lise yıllarımda Profesör Süheyl Ünver’den minyatür dersleri almamla başladı. Bütün tutkum minyatür yapmaktı. İki sene sonra öğretim görevlisi oldum.
Lisedeyken mi?
Evet. Sene 1974. 17-18 yaşlarındayım. Topkapı Sarayı’nda minyatür dersi vermeye başladım. O ne büyük bir sorumluluktu Allah'ım... Hemen kılık kıyafetim değişti. Alışveriş yapacak yer de yok o zaman. Bir Vakko var. O da Allah Allah. Senede bir ancak bir şey alabiliyorsun. Neyse, topuklu pabuçlar alındı. Annem tayyörler dikti. Saçlar topuz yapıldı. Bir anda 10 yaş büyüdüm. Gençliğimi hiç yaşamadım, diyebilirim. Belki Japonya’nın konservatifliğine de bu yüzden adapte olabildim.
Bir yandan ders verirken, bir yandan üniversiteyi bitirdim. 79 olayları başladı. Evimiz kurşunlanıyor, sokaklarda devamlı cenazeler taşınıyor... Bir kolumuzdan solcular, bir kolumuzdan sağcılar çekiyor. Babam beni ve kardeşimi derhal yurt dışına gönderdi.
Nereye gittiniz?
Ben İngiltere’ye, kardeşim Almanya’ya gitti. Hem lisan öğrendim, hem müze çalışmaları yaptım. Paramı Almanya’da yüksek lisans eğitimi gören ablam yolluyordu. Türkiye’den para filan da çıkmıyor o zaman. Kardeşim kilise önlerinde resim yaparak para kazandı ve okulunu bitirdi. Ben de bitirdikten sonra Türkiye’ye döndüm ve Japonya’dan burs teklifi geldi.
Japonya size niye burs teklif etti peki?
1980’lı yıllarda Japonya dünyaya meydan okumaya başlamıştı. İş adamları vakıflar kuruyor, tüm dünyadan gençleri Japonya’ya getirebilmek için burs veriyorlardı. Geleneğini bilen öğrencilere ama... Minyatür, hat, kilim neyse... Bana burs teklif edildi, çünkü Orta Doğu kültürünü öğrenmek istiyorlardı.. Adamlar o kadar akıllı ki...
80’lerin Türkiyesi’nde genç bir kadın, Japonya’ya gitmeye nasıl karar verir?
Hemen... Bütün hayalim minyatür sanatını geliştirmekti. Burada elimizde teknik üzerine hiçbir şey yoktu. Birkaç tane eski hattatların yazdığı metin, o kadar... Fakat malzemesi yok. Kimse yapamıyor. Dandik kağıtlara, en adi guaj boyayla minyatür yapmaya çalışıyorduk. Yurt dışına biri giderse sipariş ediyorduk. Ama o da Mark'la geliyor. Mark bulmak da ayrı bir dert. İlkelliğin dik alası... Ben minyatürü çağdaşlaştırmayı o zaman kafama koymuştum. Süheyl Hocam karşı çıkmıştı ama...
Niye karşı çıkmıştı?
“Minyatürün çağdaşı olmaz kızım, aynısı yapılır” demişti. Ona rağmen Boğaz yalılarının minyatürünü yaptım ve o yaşımda bir fuarda sergiledim. Yabancı konsolosluklar bayılıp hepsini satın almıştı. Para kazanmıştım. Üstüne Çin konsolosluğu sipariş verince, kendime güvenim geldi ve Japonya’ya gitmekte tereddüt etmedim.
O dönem Japonya’ya gitmek, aya çıkmak gibi bir şey herhalde...
Tabii. Türkiye’den uçuş filan yok. Libya’dan kalkan uçak, İstanbul aktarmalı olarak Pakistan’a gidiyor. Uçağa bir bindim. İpek yolu... Sarıklılar, şalvarlılar, sakallılar... Bir köri kokusu... Yolcular ayaklarını altlarına almış, oturuyor. Karaçi’ye iniyorsun önce. Bir gece orada kalacaksın.
Eyvah!
Kabus, kabus. Tekrar uçağa biniyorsun, İslamabad’a gidiyorsun. 5-6 saat bekleyip, bu sefer Çin’e Pekin’e uçuyorsun. Çin’de komünizm dönemi. Issız bir havaalanı. Askerler dik dik bakıyor. Orada da saatlerce bekle... Sonra 8 saat uçuşla Tokyo. Galiba dört günde filan gittim.
Uçaktan indiniz ve ne gördünüz?
Uzay Yolu filminin içindeyim. Çağın ötesinde bir teknoloji... Her şey yürüyor, her yazı Japonca, herkes aynı... Ne yöne gideceğimi bile bilemedim. Şok, şok! Sonra içerisinde barı, telefonu, televizyonu filan olan şık bir arabanın yanında, ismimin yazılı olduğu bir levha tutan bir adam gördüm. Arabaya bindim. O da ayrı bir şok. Şoföre nereye gideceğimizi sordum. Lisan bilmiyor. Hiç kimse lisan bilmiyor.
Git, git, git... Yokuşlar, yokuşlar, bambu ormanları... Dağın tepesinde bir ev. Burs sahibinin eviymiş. Merdiven, merdiven... Asya’da öyledir biliyorsunuz, Allah’a ulaşmanın zorluğu olarak yaparlar o merdivenleri. Neyse harika bir ev, harika bir oda ama dağ başı... Nerede olduğumu dahi bilmiyorum.
Film gibi hakikaten...
Eh! Ölünce birileri yapar herhalde. Sonra kısa boylu bir adam geldi ve önüme 80 bin yen (1000 dolar kadar) attı. Burs sahibiymiş. “Bu parayla ne yaparsan yap. Bana rapor yazacaksın.” dedi. “Ama ben Tokyo Güzel Sanatlar Akademi’sine geldim.” diyecek oldum. “İyi” dedi, gitti.
E ne yaptınız?
“Ben yolumu bulurum” dedim. Türküz ne de olsa... Ertesi gün in o merdivenleri, bambu ormanlarını geç, bir ana yol bul... Bakkala çakkala sorarak, Tokyo’nun güneyinde kalan Kamakura şehrinde olduğumu anladım. Trenle Tokyo 2 saat. Tokyo’ya gittim. Büyükelçiliği buluncaya kadar akşam oldu. Her şey Japonca... Dön babam dön... Sonra konsolosluğun kızı oldum. Onların yardımıyla Güzel Sanatlar Fakültesi ile iletişime geçtim.
Orada da sorun çıktı ama... Hocamı biliyorum, Hirayama İkuo... Ama ulaşamıyorum. Görevliler “Özel bursla geleni almıyoruz. Devlet bursuyla gelmen lazım. Ayrıca geleneksel Japon sanatı bölümüne zaten yabancı almıyoruz.” dediler. Bir ay her gün Hirayama İkuo’nun kapısında ağladım. Elimde dosyalarım, yaptığım işler...
Bu arada okul, kaldığım yere dört saat. Dört saat git, dört saat gel. Acı çekiyordum resmen. Bir de öğrendim ki, Japonya bana eğitim bursu verirken, beni fesli bıyıklı bir erkek zannediyormuş. Türkiye Cumhuriyeti’nden bile haberleri yok. “Osmanlı’dan bir genç kız geldi” diye herkes şaşkınlıkla birbirine anlatıyormuş.
Ne oldu peki?
Baktılar kapıdan ayrılmıyorum, senato toplandı ve sistemi değiştirdiler. Tarihlerinde ilk kez yabancı öğrenciyi geleneksel bölüme aldılar. Bu sefer öğrenciler protesto etti. Aşırı milliyetçiler. Vatanı, kültürü için harakiri yapan bir millet... Neyse girdim okula... Yer masalarında ayağımızı altımıza alıp çalıştık. Ama müthiş bir teknik öğrendim.
Paranız yetiyor muydu?
Yok ayın 10’unda bitiyordu. Minyatür ve İngilizce dersleri vermeye başladım. Hayatımı kurtarıyordum. Bu arada sadece resim değil, çay töreni dersleri, “kimono nasıl giyilir” derslerine giriyorum. Bunları yapmak zorundasın. Öyle öyle 20 seneye yakın kalıverdim işte...
Gerçek Japonya'yı Tajimi'de tanıdım.
E en heyecanlı yerine şimdi geldik. İslam Seramik Sanatı uzmanı hocanız Takua Kato ile nasıl tanıştınız?
Hirayama Ikuo tanıştırdı. Kato ile tanıştıktan sonra hayatım değişti. Onun atölyesinde seramik çalışmak üzere Tajimi’ye gittim. İşte gerçek Japonya orasıydı. Hocam Türkiye’yi çok iyi bilen, İslam Kültürü tekniği ile Japon tekniğini birleştirmiş, bir usta. Evin içinde İran Şahı’nın açık artırmada sattığı Selçuklu eserleri vardı. Onları görünce gözlerim doldu.
Nasıl bir hayat?
Hasır odalarda yatıyor, sabahın erken saatinde kalkıyor, bütün fabrikayı süpürüyordum. Sonra sabah jimnastiği yapılıyor, öğrencilerle aynı banyoya giriliyor, birlikte yemekler yeniliyor. İlk hakiki Japon yemeğini orada yedim. Tüm ev yemekleri balık suyuna pişer orada... Nasıl kokuyor... Sabah sabah pirinçle, kuru balık yiyor, miso çorbası içiyorduk. Sonraları alıştım.
Seramik tekniğiniz de gelişiyor bir yandan...
Hayatımda ilk kez çamura orada elimi sürdüm. Müthiş teknikler öğrendim. Çok mutlu oldum orada... Sonra çok duygusal bir ilişkiye girdim. Hocama çok aşık oldum, hayran oldum. Ama platonik bir aşktı.
Hocanıza büyük aşkla bağlandınız ama oğluyla evlendiniz.
Oğlu da bana aşık oldu. Yaş olarak bir boşluk içerisindeydim. Hocamın yanında uzun yıllar kalmak istiyordum. Bir Japon erkeğinin nezaketi de etkileyici bir şey... O da seramik sanatçısıydı. Misafir olduğum için bana karşı çok nazikti.
Karısı olunca ne oldu peki?
İşte orada her şey allak bullak oldu. Ezilmiş bir kadın, bir geyşa oldum bir anda... Japon kadınının doğuştan rolü hizmetçilik. Sabah, öğle, akşam yemeğini yapacaksın, afrasını tafrasını çekeceksin. Devamlı emir, devamlı hakaret, devamlı bağırma... Konuşma yok, sohbet yok, en önemlisi dokunma yok. Sonra anne oldum. Hem kocama, hem kayınpederime, hem kızıma karşı görevlerim vardı. Üstelik öğrenciydim. Çok zordu çok... Çok ağladım, mide ameliyatları geçirdim. Aileme üzülmesinler diye hiçbir şey yansıtmadım. Ama oradan kendimi kurtaramadım.
Nasıl kurtardınız sonradan?
40 yaş her kadının hayatında dönüm noktasıdır, kendiyle hesaplaşma zamanıdır. İşini mi değiştirecek, evlenecek mi, boşanacak mı... Tam 40’ımda cesaretimi topladım, eşimden orada boşandım ve 20 senemi bir bavula koyup, kızımla beraber Türkiye’ye döndüm.
İyi çocuğunuzu almanıza izin vermiş babası...
E kız çocuk. İlahi... Erkek olsa bırakır mıydı... Kadının adı yok, diyorum orada.
Saçınızı ne zaman maviye boyadınız?
Türkiye’ye döner dönmez... Psikolojik olarak bir travma yaşadım. 20 senelik sessizliğe nokta koymak kolay değil. Ayrıca İstanbul’u tanımıyorum. Sanat mı yapacağım, limon mu satacağım ikilemi içerisindeyim. Bir gün guaj boyayla resim yaparken, elimdeki fırçayı saçıma sürdüm. Dedim ki “Bu saçı mavi yapmak istiyorum.”
Aileniz ne dedi?
Herkes panik oldu, protesto etti. Hocalarım, arkadaşlarım... Kardeşim yurt dışından punkçı boyası getirtti. “Madem boyayacaksın, bari guajla boyama” dedi. Bana çok iyi geldi ama maviye boyamak. Mavi-mor insan aurasının baş üstündeki rengidir. Bu renk benimle öyle özdeşleşti ki, artık kimse dönüp bakmıyor bile...
Sedef hastası olmuşsunuz...
Japonya’da yaşadıklarım, Türkiye’ye ayak uydurma sürecim... Yıllarca tasavvufi bir yaşam sürmek, sabretmek, sükut etmek... Kolay şeyler değil. Uzun süre terapi gördüm. 16 sene önce bir sabah uyandım. Bütün vücudum sedef... Sırtım, kafam, her yerim... Yıllardır tedavi görüyorum. Ama bu vücuda bir girdi mi, çıkmıyor. Sevmek lazım sedefi...
Geçmiş olsun.
Ben bununla yaşamayı öğrendim. Mühim bir şey değil benim için. Ama gençlerin tuhaf bakışlara maruz kalmasına çok üzülüyorum. Japonya’da sedef hastalığıyla doğan bebekler var. Çok insancıl bir rahatsızlık ve çok yaygın. İnsanlar korkmasın, tepki göstermesin lütfen.
Kızınızın bir Japonla evlenmesini ister misiniz?
Kızım istemez herhalde. Orada kadının rolünü çok iyi biliyor. Yurt dışında yaşayan bir Japon olabilir. Kafasını kullansın, artık. Gerçi şimdiki dönem gençlerinin evleneceğine bile inanmıyorum ben.
Şimdi neler yapıyorsunuz?
1994 yılında Asahi Gazetesi Kültür Merkezi'nde Günseli Kato Türk minyatür sınıfı açıldı. Yılda iki kez bu okulda, ayrıca 15 yıldır Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi'nde ders veriyorum. Türkiye’ye döndüğümden beri Türk ve Japon kültürlerini harmanlayarak ve minyatür sanatı öğelerini performans, heykel ve resim gibi alanlara taşıyarak gelenekseli, çağdaş sanat anlayışıyla buluşturmayı amaçlayan onlarca sergi açtım ve açmaya devam ediyorum. Anne Çocuk Eğitim Vakfı’nın (AÇEV) yeni projelerinde yer alıyorum, çeşitli kurumlarda 'Kimlik' üzerine konferanslar veriyorum ve 2010 yılından beri televizyonlarda kültür ve sanat hakkında programlar hazırlıyor ve sunuyorum. Yeni programım TRT 2'de yayınlanıyor. İsmi 'Miyakodan Payitahta' .
Size başarılar diliyoruz. Teşekkürler bu güzel söyleşi için!
Ben teşekkür ederim.