Hayatımız boyunca İstanbul’da çok yakın semtlerde yaşasak da, tanışmamız evlerimizden çok çok uzakta, Kanada’nın Vancouver şehrinde oldu. İkimiz de aynı zamanlarda göç etmiştik. Özellikle ilk aylarımızda ben bu uzak şehre, buranın farklı kültürüne, diline, hislerini belli etmeyen insanlarına alışmakta zorlanırken, o hemen müthiş bir heyecanla şehrin tadını çıkartmaya başlamıştı. Bir gün caz festivalinde gönüllü çalışıyor, öteki gün sergi geziyor, başka gün dağda kayak kayıyor, tırmanıyor, vahşi hayatıyla meşhur Kuzey Ormanları’nda kamp yapıyor, bisikletine atlayıp okyanus kıyısında sürüyor, nehirlerde yüzmeye bayılıyordu. Hızlıca kafasına uyan, kendisi gibi özgür ruhlu, yaratıcı insanlardan oluşan Kanadalı bir çevre edinmişti. Adaptasyon yeteneği müthişti. Kolaylıkla, sakinlikle geldiği kabın şeklini almış, hatta kabı güzelleştirmişti. Aynı anda dingin ve çılgın olabilen müthiş enerjisi, bu yağmurlu gri şehre renk getirmişti.
Yaşı kırklarında olanlar “Doğru Ahmet- Bay Yanlış” reklamlarını hatırlarlar. Ben göçmenliğimizin ilk günlerinde bana farklı gelen her şeyden şikâyet eden, yönümü zorlukla bulmaya çalışan Yanlış Ayşe’yken, o farklılıklardan beslenmeyi tercih eden, hızlıca buranın kültürünü anlamaya çalışan Doğru Canan’dı. Sonraki yıllarda göçü hayatımın en büyük öğrenme deneyimlerinden biri olarak görmemde etkisi büyük olmuştur.
Bir gün ona “İstanbul’u özlemiyor musun?” diye sorduğumda tüm sakinliğiyle “Yoo... İstanbul’u yaşadım, sıra burada. Hem İstanbul kaçmıyor ki, istediğimizde zaten döneriz.” demişti. Hayata bakışı bu kadar basit ve netti. Dramalara yer yoktu.
Burada çok güzel iki yıl geçirdik. Rutinlerimiz oluşmaya başlamıştı. Yazları okyanus kıyısında piknik, kışları Canan’ın dünyanın her yerinden topladığı rengârenk yılbaşı süsleriyle dolu ağacının etrafında yeni yıl kutlaması. Ne güzel ağırlardın bizi evinde. En güzel yemekleri sen yapar, gümüş tepsilerde, kristal bardaklarda sunardın. Domates soslu vegan köftelerinin kokusu burnuma geldi bak şimdi.
Üçüncü sene yeni yıl geldiğinde, Canan yoktu. Doktor olduğu için kendi teşhisini koymuş, kimseyi telaşlandırmak istememiş, sadece buradaki en yakın arkadaşına haber verip, ilk uçağa atlayıp tedavi için Türkiye’ye, kendi çalıştığı hastaneye dönmüştü.
Konuşmalarımızda “Nasılsın?” diye sorduğumda “İyiyim.” diye konuyu kapatıyor, hastalığını konuşmamayı tercih ediyor, hemen konuyu benim nasıl olduğuma çeviriyor ve benim hikâyelerimi dinlemeyi tercih ediyordu.
Her telefonu kapattığımda Canan’ın bana büyük bir olgunlukla ders vermeye devam ettiğini düşünüyordum. Hayatım boyunca bir grip olduğunda bile günlerce yakınan ve çevresinden ilgi bekleyen birçok insan görmüşken, bazen bunları ben de yapmışken, o bırakın ilgiyi, konuyu gündeme bile getirmiyordu. Hem doktor olmasının verdiği bilgiyle, hem de her zamanki müthiş adaptasyon yeteneğiyle, bu duruma da uyum sağlamış, geleni büyük bir cesaretle kabullenmişti. Öyle ki neredeyse hasta olduğunu bize unutturmuştu.
“Celebration of Life - Hayatı Kutlamak” kavramını Kanada’da öğrendim. Yine buraya ilk geldiğim aylarda bir arkadaşımı bir yere davet etmiştim de, gelemeyeceğini, bir tanıdığının “Hayatı Kutlama Töreni” olduğunu söylemişti. Ne yalan söyleyeyim doğum günü sanmıştım. 43 yılını Türkiye’de geçirmiş, cenazelerde ayılıp bayılmalara tanık olmuş, çocukluğundan beri mevlitlerde okunan ilahilerde ağlamaktan gözleri şişmiş biri olarak “Hayatı Kutlama Töreni”nin, bir tür cenaze töreni olduğunu anlayamamıştım. Ölüm yerine, hayata odaklanmak buranın kültüründe belki de ilk çok sevdiğim şey olmuştur. Canan da her zaman bardağın dolu tarafına bakan biriydi. O yüzden hayatının bitmesine üzülmemiz yerine, yaşadığı hayatı kutlamamızı isterdi.
Yağmurlu bir haftanın ardından, geçtiğimiz Pazar günü Vancouver’da pırıl pırıl bir güneş açtı. Okyanus her zamankinden daha mavi, daha durgundu. Onun ruhuna uygun rengârenk giyindik, en sevdiği plajda uzun bir masa kurduk ve masayı vegan yemeklerle donattık. Resmini çerçeveletip, onun zevkine uygun bir gümüş tepsiye koyup, etrafını pembe, yeşil çiçeklerle süsleyip, mumlar yaktık.
Plajdan gelip geçenler “Kimdi?” diye sordu. “Birçok insana hayatını hediye eden bir şifacıydı, doktordu, çok iyi bir anneydi, arkadaştı, müziği, sanatı, doğayı, hayvanları, eğlenmeyi, bu şehri, özellikle de bu plajı çok seven biriydi.” dedik. Sessizce baş salladılar. Resmine bakıp dualar mırıldandılar, sofradan birkaç şey yiyip, teşekkür edip, yollarına devam ettiler.
İlk geldiği yıllarda o plajda tanıştığı müzisyen arkadaşları onun için bütün gün gitar çalıp, şarkılar söylediler. Hiç tanımadığı insanlar şarkılara, danslara eşlik ettiler. Güzel anılarla, kısa konuşmalarla andık onu. Asla dram istemeyeceğini bildiğimiz için gözyaşlarımızı içimize akıttık. Ama bol bol sarıldık birbirimize. Bol bol sarılıp ortak acıyı paylaşıp, hafifletmeye çalıştık. Bazen de kısa süreli arkadaşlığımızda yaşadığımız komik ve absürt hikâyeleri hatırlayıp güldük. “Sen çok yaşa Canan” diyerek ona kadeh kaldırdık. “Sen çok yaşa” ironik gibi gözükse de biz o gün onun hayatını kutluyorduk. Ve bazen yaşamaya devam etmek için Canan gibi az ya da çok dokunduğu her insanın hayatında etki yaratabilecek bir ışığa sahip olmak yeterli. Ve o ışık ölümle sönmüyor, ayrılmakla bitmiyor. Atilla İlhan’ın dediği gibi “Ayrılık da Sevdaya Dâhil”. Onu tanıyan herkeste, o ışıktan az ya da çok var. Ama var.
Canan o gün bile hiç tanımadığı bir kadının hayatına dokundu. Konuşmaları dinleyen kadın, “Ben de bir şeyler söyleyebilir miyim?” diye söz almak istedi ve dedi ki; “Doğma büyüme Vancouver’lıyım. Türkiye’den sadece dört yıl önce gelen bu kadının bu kadar kısa sürede yaptıklarının çoğunu ben hayatımda yapmadım. Grouse Dağı’na tırmanmadım, Aloutte Nehri’nde yüzmedim, buranın yerli halklarının hikâyelerini önemseyip anlamaya çalışmadım, çok sevsem de hiçbir caz konserinde gönüllü çalışmadım. Bugün, onun sayesinde, bunları yapmaya karar verdim.” Hayatı kutlamak böyle bir şeymiş, hayat bittiği halde birilerine ilham olabilmekmiş.
Sarı, turuncu, kızıl renkleriyle güneş, masmavi okyanusun üzerinde batıyor. Sıcak kum ayaklarımızı ısıtıyor. Mumların sönmemiş, hâlâ yanıyor. Pembe çiçeklerinin üstüne beyaz bir kelebek konuyor. Hayalimde Amerikan Hastanesi’nin koridorundan yan yana geçiyoruz. Ben ameliyathaneye, ikizlere hayat vermeye giriyorum, sen ameliyathaneden, kanserli bir kadına hayatını hediye edip çıkmışsın. Yıllar yıllar sonra dünyanın öbür ucunda kısa süreli paylaşacağımız arkadaşlığı bilip göz kırpıyoruz birbirimize... Şimdiden, başka bir geleceğe... Güle güle Canan.