Gizli Dosyalar (X Files) dizisini izler miydiniz bilmiyorum. Scully ve Mulder adında iki FBI ajanının açıklanamayan, tuhaf, para-normal olayları çözmeye çalıştıkları, 9 sezon süren bir diziydi ve ben çok severek izlerdim. Yıllar sonra ilk 5 sezonunun çekildiği şehre, Vancouver’a göç edeceğimi bilmeden...
Vancouver’daki dördüncü senemde sık sık beni buraya sürükleyen irili ufaklı, önemli, önemsiz, bazen de tuhaf ve açıklanamayan olaylar zincirini düşünürken buluyorum kendimi. Buz dağının görünen kısmında çocukların eğitimi ve onlara farklı bir gelecek sağlama arzusu vardı. Ancak görünmeyen kısmında, benim bile farkında olmadığım başka nedenler olduğunu biliyordum. Vancouver’daki ilk yılımda şöyle bir durup, buz dağının altına bir bakma cesareti gösterebildim ve zamanla derinlere inmeye başladım.
Sanki 20’li yaşlarımın başlarındaymışım gibi zihnimde dalgıç kıyafetimi üstüme geçirdim ve gerçekten uzun süre suyun altında ve karanlıkta kalan o iri buz parçasına baktım. Katman katman inceledim, etrafında defalarca dolaştım. Dibe indim bazen bakamadım, bazen oksijenim bitti nefes alamadım, yukarı çıktım tüpümü doldurup bir daha indim. Bir daha... Bir daha... Bu pratiği genelde evimin salonunda bitki çayımı koyarak, birkaç mum yakarak ve gözlerimi kapayarak yaptım. Bir nevi meditasyon, ya da zihin yolculuğu adına ne derseniz deyin... O buz dağının altına ders çalışır gibi çalıştım ve hala çalışıyorum.
Dört senedir ara sıra bu gece dalışlarımı gerçekleştiriyorum. Her dalışımda anlıyorum ki benim için yolumun buradan geçmediği bir senaryo yok. Doğduğumdan beri başımdan geçen iyi-kötü-tuhaf her olay, karşılaştığım önemli önemsiz her insan, hayat hikâyemin bir Vancouver bölümü olmasına yol açtı. Tek bir şey farklı olsaydı bile bugün burada olmaz, mesleğime geri dönmeyi başaramaz, size bu köşeyi yazıyor olamazdım. Bugün bu olaylardan birini, içinde bir “Gizli Dosyalar” tadı olan “İncili Toka” öyküsünü paylaşmak istiyorum sizinle.
İncili tokayı İstinye Park’ta bir dükkânın vitrininde görmüştüm. Hem kendini gösteren, hem de zarif bir parça olduğunu düşünüp satın almıştım. Takmayı planladığım özel gün için nefis bir seçimdi. Bunu aklımdan geçirdiğim an yüzüme bir gölge düştüğünü hatırlıyorum. Tokadan emindim de, takacağım gün ile ilgili kuşkuluydum. Doğru mu yapıyordum, yanlış mı? Daha önce doğru yaptığımı düşünüp hayal kırıklığına uğramış olmam, bu soruyu anlamsız kılıyordu. Doğrular yanlışa, yanlışlar doğruya dönebilirdi sonsuz olasılıkların gerçekleştiği evrende. İnsanoğlu böyle zamanlarda gözünün önünde duran gerçeklerle yüzleşmek yerine, onları zihninde allayıp pulluyor, başka bir gerçek yaratıyor ve kendine iyi gelen alternatife inanma eğilimi gösteriyor. Ve inanın böyle zamanlarda kimsenin de size bir faydası dokunamıyor. Gerçeği gözünüze sokmaya çalışan insanlardan bir bir uzaklaşıp kaçıyorsunuz. Tüm bunların üstüne saf bir umudunuz, insanları değiştirebilecek güçte olduğunuzu sandığınız bir egonuz ve de verdiğiniz karardan dönmeyecek bir inadınız varsa, çıkmaz sokaktasınız demektir. Ben de o tokayı kafama taktım.
İki yıl sonra iki bavulumu alıp evimden çıktım ve geçici süreyle arkadaşlarımdan birinin yanına yerleştim. Orada kaldığım ilk gece rüyamda babamı gördüm. Babam bana incili tokayı çöpe atmamı, onu Kanada’daki evime ve yeni hayatıma asla sokmamamı tembihliyordu. Israrla tokanın uğursuz ve enerjisinin kötü olduğunu söylüyordu. Ben atmak istemediğimi söyledikçe benimle kavga ediyordu. Gideli beş yıl olmuştu. Ara sıra rüyalarımızda hasret gideriyorduk ama bu kadar özlemişken kavga etmek de nereden çıkmıştı. Üstelik istesem de tokayı atamazdım, çünkü tüm eşyalarım toplanmış, paketlenmiş Vancouver’a doğru yola çıkmıştı bile... Sabah iç sıkıntısıyla uyandım, rüyama bir anlam veremedim, üzerinde de fazla düşünmedim.
Benim boşalttığım daireyi tesadüfen yakın bir arkadaşım tuttu. Sabah kahvemi içtikten sonra daha dün kendi eşyalarımla dolu olan eve, arkadaşımın eşyalarını yerleştirmek için yardıma gittim. Mutfakta fincanları diziyordum ki, elinde bir paketle yanıma geldi. "Unutmadan şunu sana vereyim. Dolabın arkasında unutulmuş" diyerek, incili tokayı kutusuyla elime verdi. Tüm eşyalarım okyanusta bir geminin içindeydi. Her şey ama her şey gitmiş, koca evde bir tek o unutulmuştu. Ellerim titreyerek kutuyu aldım, kapağını açtım, bir süre şok içinde avuçlarımda tuttuğum tokaya bakakaldım.
“Fala inanma falsız da kalma” derler. Birkaç gün sonra bir arkadaşımın çok methettiği bir falcıdan randevu almıştım. Türkiye’den ayrılmadan önce bir Türk kahvesi eşliğinde fal dinlemek, belki yeni hayatıma dair bir iki güzel şey duymak eğlenceli olabilirdi. Tam kapıdan çıkarken aklıma tokayı yanıma almak geldi. Tokayı atmaya karar vermiştim ama hazır randevum varken bu kadına da bir göstermek istedim. Bakalım o, kötü bir enerji hissedecek miydi?
Mecidiyeköy’ün ara sokaklarında bodrum katında bir daireye girdim. Hal hatır sorduktan sonra kadının ilk söylediği şeyler şunlar oldu; “Senin öteki âlemle iletişim kurma becerin var. Çalışırsan bu becerini geliştirebilirsin ama tavsiye etmem. O kapıyı bir açtın mı, kapatmak zordur. Baban ve babanın tarafından daha yaşlı biri sana bir şeyler söylemeye çalışıyor. Baban yakın zamanda rüyana girmiş, sana bir şey yapmanı söylemiş ama sen yapmamışsın.”
Devamında 45 dakika daha bir şeyler anlattı ama hatırlamıyorum. Kurduğu ilk dört-beş cümlenin yarattığı şok bana yetmişti. O konuşmaya devam ederken, bahsettiği diğer kişinin babaannem olduğunu düşündüm. O da daha önce birkaç kez rüyama girip beni önemli konularda uyarmıştı. Mezuniyetimden önce beni tebrik etmiş, hediye alamadığını belirtmiş, anne-babamın evindeki büfede arkalarda bir yerde duran bir Türk kahvesi takımının yerini tarif etmiş, kendisine ait porselen, minik pembe çiçekli fincanları bana hediye ettiğini söylemişti. Ben de elimle koymuş gibi takımı bulmuş, “Babaannem bunları bana hediye etti” diyerek fincanları büfeden alıp bir kutuya koyup kendime ayırmış, sonrasında da günlerce anne babamın espri konusu olmuştum. Babam “Ayşe rüyanda annem evi de sana hediye ederse önden haberimiz olsun, kendimize yer bakalım” diyerek benimle dalga geçmişti. Hepimiz de gülmüştük ama rüyam gerçekti. Hâlâ her sabah Türk kahvemi o fincanlardan içer, ismini de taşıdığım babaannemi anarım.
Kadın “Söyleyeceklerim bu kadar” dediğinde düşüncelerimden sıyrıldım. O günün devamında hatırladığım tek şey, İstinye Park’ta bir dükkânın vitrininde ışıl ışıl parlayan incili tokayı, Mecidiyeköy’ün izbe bir ara sokağındaki, kedilerin çöp torbalarını parçaladığı bir konteynera atmış olmamdı.
Tüm bunların nasıl olduğuna dair bir açıklamam yok, sonradan da olmadı. Ancak buz dağının görünmeyen kısımlarına yaptığım gece dalışlarından birinde, kendimi o dükkânın önünde elimde incili tokayla gördüm. Nefis bir parça bulmuş olmanın sevincinin “Doğru mu yapıyorum?” sorusuyla gölgelendiği o anı... Ta içimde, çok derinlerde bir yerde yanlış yaptığımı sanırım hep biliyordum ama geri dönemeyecek kadar inatçıydım. Babamın belirttiği görmezden geldiğim kötü enerjiyi hissediyordum ve tokaya ben vermiştim, orada, o anda.
Fakat hemen sonra gördüm ki birçok nedenle birlikte, konfor alanımdan çıkıp, kendi buz dağımın altına yolculuklar yapabilmem, kendi Gizli Dosyalar’ımdaki olaylara bakabilmem, neyi neden yaptığımı anlayabilmem için de hayatımın o döneminin kötü geçmesi ve yolumun Vancouver’a düşmesi gerekiyormuş. Babam aslında rüyamda o dönemin büyük resimde amacına hizmet ettiğini ama geride kalması gerektiğini söylüyordu. Hiçbir şey tesadüf değildi. Hayatta yaptığımız yanlışların da bir anlamı vardı. Beni bulunduğum yere, bugüne getiren büyük bir yapbozun sadece bir parçasıydı incili toka. Göç beraberinde getirdiği tüm zorluklara rağmen kendi hayatınızın gizli dosyalarına yolculuk yapmak için de bir fırsat. Değerlendirmek isteyenlere...
Not: Yazıda zorunlu olmayan göçten bahsedilmektedir.