"1939'da Hatay Devleti, Türkiye'ye katılmaya karar veriyor.
Dedem iki ülkeyi de onurlandırmak istiyor.
1939'da doğan annemin adı Türkiye, daha sonra doğan teyzemin adı Suriye.
Şimdi her iki ülke de enkaz altında."
Nural Sümbültepe
10 kardeşten oluşan Arsuz'lu Sümbültepe ailesinin, 6 Şubat Pazartesi günü cenazesi var. Abileri Naim zatürreden hayatını kaybetmiş. En büyük abileri Rafi WhatsApp aile grubundan kardeşlerinin kaybını büyük bir üzüntüyle duyuruyor. Diğer kardeş şair Şemsi diyor ki, "İnanabiliyor musunuz, 10 kardeştik artık 9'uz. Bir eksildik."
Vancouver'da yaşayan küçük kardeş Nural, cenazeye zamanında varamayacağı için gitmiyor. Avusturya'da yaşayan Yusuf ve Ahmet ilk uçakla Türkiye'ye gitmeye kalkıyor, fakat İstanbul havaalanındaki kötü hava koşulları nedeniyle uçak kalkmıyor. Çok sonraki uçağa binebiliyorlar. Rafi ve eşi Cahide, Arsuz'daki iki katlı yazlık evlerinden cenaze için İskenderun'a geliyor, henüz 2 yıllık olan, İskenderun limanını gören şahane manzaraya sahip evlerine geçiyorlar. Yusuf ve Ahmet'in uçağı vaktinde kalksa onlar da büyük bir ihtimalle geceyi o evde geçireceklerdi. Aynı binada kardeşlerden Nurhan'ın oğlu Serhan, gelinleri Başak ve 10 aylık torunları Mahir de oturuyor.
Avusturya'da yaşayan ve vaktinde gelebilen diğer kardeş Şemsi, annelerine destek olmak amacıyla o gece babalarının vaktiyle ilk katını elleriyle yaptığı iki katlı kerpiç evde kalmaya karar veriyor. Ailenin geri kalanı zaten İskenderun'da yaşıyor. 5 Şubat gecesi acılı aile uykuya yatıyor. Ertesi gün cenazeleri var.
Önce Nejdet gidiyor.
Hiçbirimiz bilemezdik, 6 Şubat günü ülkemizin koca bir cenaze evine döneceğini... Vancouver’da akşam saatleri... Richmond Okul Bölgesi’nde öğretmenlik yapan arkadaşımız Nural Sümbültepe depremden habersiz, “Ailen nasıl?” diye soranlara abisini kaybettiğini söylüyor. “Yok depremden değil, zatürreden” diyor. Anlamıyor, anlayamıyor ilk başta. Çok geçmeden olayın vehameti duyuluyor.
Nural ilk olarak damatları Nejdet’i (Nejdet Diş, 32) kaybettiklerini öğreniyor. Yeğeni Fatoş, eşi Nejdet ve iki çocukları herkes gibi depreme uykularında yakalanıyor. Nejdet Fatoş’a, çocukları Zeynep ve Armin’e salondaki metal masanın altına girmelerini söylüyor. Sarsıntılar devam ederken sıkı sıkı kızı Zeynep’i tutuyor. O sırada masanın üstüne duvar düşüyor, masanın ayağı kırılıyor. Nejdet dengesini kaybediyor, masanın altında kalıyor. Fatoş diyor ki “Boynu, kırılan metal masanın ayağının tam altına denk geldi ve kırıldı herhalde. Çünkü seslendim, cevap vermedi, inlemedi bile.” Sarsıntılar bittikten sonra, Fatoş masanın altından çıkmayı başarıyor ama Nejdet’i ve Zeynep’i çıkaramıyor. Zeynep Armin’in üstünde, diğer metal ayak da Zeynep’in üstünde. Armin iyi durumda olduğu için Armin’i aşağıya gönderiyor. “Yardım!” diye çığlıklar atıyor ama doğal olarak herkes kendi derdinde. Bir süre sonra üst komşular geliyor, onların yardımıyla Zeynep’i masanın altından çıkartıyorlar. Fatoş Nejdet’i bırakmak istemiyor. “Nejdet’e bakıyorum. Uyuyordu sanki, huzurlu bir şekilde. Hiç konuramadım ölümü!” diyor. Komşular "Sen in, biz onu getireceğiz" diyerek Fatoş’un Zeynep’i alıp binadan çıkmasını söylüyorlar, ama çoktan fark ediyorlar Nejdet’in öldüğünü. Suni teneffüs ve kalp masajı yapıyorlar ama nafile... Önce Nejdet gidiyor. Ailesini metal bir masanın altında, yüzyılın depreminden korumaya çalışırken gidiyor.
Daha sonra içinde Rafi Abi'sinin (Rafi Sümbültepe, 67), kardeşi kadar çok sevdiği, birlikte büyüdükleri gelinleri Cahide'nin (Cahide Sümbültepe, 57), canı yeğenleri Serhan (Serhan Bozhöyük, 32), Başak (Başak Bozhöyük, 32) ve bebek Mahir'in (Mahir Bozhöyük, 10 aylık) İskenderun'da yapımı 2020'de tamamlanan yeni, modern, 15 katlı binanın enkazının altında kaldığını öğreniyor. Instagram postunda "İskenderun MCG Tower'da yaşam başladı" diye duyurulan "MCG inşaat güvencesiyle" diye pazarlanan binanın ilk depremde yarısı çöküyor, ikinci depremde diğer yarısı.
Nural'ın İstanbul'da yaşayan yeğenleri, Rafi ve Cahide'nin çocukları Süheyl ve Selin deprem haberini alır almaz bölgeye gidiyor. İki kardeş yıkık binanın etrafında 30 saat kadar yardım gelmesi için bekliyor. Kimse yok! Otuzuncu saatte yardım geliyor. Ama vinç gerektiğini söyleyip, bir şey yapamadan dönüyorlar. Vinç bulunuyor, bu sefer vinç operatörü bulunamıyor. Saatler süren çıldırtıcı bir bekleyiş! Enkazın etrafında dönüp duran çocuklar yıkıklar arasında annelerinin cansız bedenini parmağındaki yüzükten ve üzerine serdiği atlas yorgandan tanıyorlar. Üzerine düşen betonun ağırlığından Cahide'nin bedeninin enkazdan çıkarılması iki gün sürüyor. Onu görüyorlar, ama hiçbir şey yapamıyorlar. O sırada Serhan, Başak ve bebek Mahir'in cansız bedenlerine ulaşılıyor. Rafi Abi'sinin bedeninin bulunabilmesi ise depremden 95 saat sonraya denk geliyor.
Nural, abisi Rafi'nin arazide pay sahibi olduğunu, kat karşılığında müteahhitle anlaştığını ve suçlular bulunana kadar bu işin peşini bırakmayacağını söylüyor:
"Savcılar inceleme yapmak için enkazdan numune almış. İnceleme sonucunda kusurların ne olduğunu öğreneceğiz. Henüz iki yıllık bina bu! Bölgenin en lüks, deniz manzaralı rezidanslarının olduğu yer. Bu bina televizyondan öğrendiğim kadarıyla Deprem Yönetmeliği ve Yapı Denetimi'ne uygunluk belgesi almış. Ailemle birlikte 50 kişinin daha öldüğü bina için bu yetkiyi kim vermiş? Yetkiyi verenin suçu müteahhitten fazladır! Abim en üst katta manzaralı, güzel bir dairesi olacak diye sevinmişti. Ama Cahide o evde hiç oturmak istemedi, hissetmiş gibi... Ben de istemedim. Günlerinin çoğunu Arsuz'da hala dimdik ayakta olan yazlıklarında geçiriyorlardı. Naim Abimin cenazesi olmasa yine yazlıkta olacaklardı." diyor ve ekliyor "Vancouver'daki evimizin inşaatı sırasında en az 50 kez denetlendik. Biri duvar için geliyor, öbürü demire bakıyor, diğeri çevreye uygun mu diye bakıyor. Minik bir balkon yaptırmak istemiştim üst kata. Güvenli olmayacağını söyleyerek yaptırtmadılar. Biz bilemeyiz ki. Bilenin denetleyip uyarması lazım. Abim anlamaz ki inşaattan, onay verilmiş bir kere."
Nural'ın babasının elleriyle yaptığı, halen annesinin içinde yaşadığı ev yıkılmıyor. "Baban inşaattan anlar mıydı?" diye soruyorum:
"Hayır. Biz Arsuz'un Akçalı köyünden bir çiftçi ailesiyiz. O yüzden 10 kardeşiz. Çiftçi aileleri tarlada çalışsınlar diye, çok çocuk yapar. İlkokul üçe kadar okuyabilmiş ama kendi kendini yetiştirmiş, bize Tolstoy'u, Halide Edip Adıvar'ı sevdirmiş rahmetli babam elleriyle kerpiç bir oda yapmıştı önce. Sonra ona salon ekledi, sonra mutfak. Evimiz öyle öyle yıllar içinde tamamlandı ve depremde en ufak bir zarar görmedi."
Üzerine merak ediyor, bu kalabalık ailenin Arsuz'un Akçalı köyünden İskenderun'a ve dünyanın farklı şehirlerine uzanan hikayesini soruyorum. Altından elbette ülkemizin acıları çıkıyor.
Nural'ın babası kendisi okuyamadığı için, çocuklarını okutmak üzere İskenderun'a taşınmaya karar veriyor. Dedesi aile mesleği çiftçiliği yapmayı reddettiği için, babasını evlatlıktan reddediyor. 10 kardeşin çocukluğu oldukça kısıtlı imkanlarla geçiyor. Baba Sümbültepe iplik fabrikasında, pamuk fabrikasında, fırında çalışıyor. 1962 yılında, üç işte çalışarak kazandıklarıyla ancak o tek odalı evi yapabiliyor. Nural o evde doğuyor. Birkaç yıl sonra misafir işçi programları açılıyor ve çiftçi ihtiyacı olduğu için babası, Şemsi Abi'siyle birlikte Avusturya'ya gidiyor.
Avusturya'da işçilerin çalışma koşulları çok ağır. Karda kışta, çiftliklerde çok uzun saatlerde çalıştıkları için baba İskenderun'a dönüyor ama bünyesi dayanmadığı için 50 yaşında hayatını kaybediyor. Babanın bedeni belki dayanamıyor ama elleriyle yaptığı ev tarihin en büyük felaketlerinden birine dayanıyor. O günden sonra büyük abi Rafi ve Cahide aileye kol kanat giriyor.
1980'de Rafi Abi'si elinde Nazım Hikmet kitabı olduğu için altı ay hapis yatıyor. Ailenin diğer fertlerinden de darbe sonucunda işkence görenler, dayak yiyenler oluyor. Nural dış dünyayı öğrenmek için İskenderun Kütüphanesi'nde hiç durmadan kitap okumaya başlıyor. Zengin olmak gibi bir derdi yok ama fakir olmamaya karar veriyor. Akçalı Köyü'nden üniversiteyi kazanan ilk kişi oluyor. Ana dili Arapça ama Arapça okuma yazması olmadığı için İngilizce de öğreniyor. Yüksek lisansını Arizona'daki üniversiteden aldığı burs ile bitiriyor. Amerika'ya cebinde 50 dolarla gidiyor, Rafi Abi'sinin verdiği 50 dolar. Daha sonra Ankara'da ODTÜ'de öğretmenlik yapan Nural'ı, 1993'de Uğur Mumcu'nun öldürülmesi çok sarsıyor. O sırada Frankfurt'tan aldığı öğretmenlik teklifini, memleketinde öğretmenlik yapmak istediği için reddediyor. Üstüne 1993 Temmuz'unda Sivas Katliamı olunca, teklifi kabul ediyor. "Almanya'da Türkler'i yakıyorlar" diyenlere "Türkiye'de de yakıyorlar." diye cevap veriyor. Diyor ki;
"Ülkenin yaşadığı acılardan kaçıyordum herhalde. Almanya'dan sonra da Afrika, Japonya, Portekiz, Tayland derken 9 ülke dolaştım en son Kanada Vancouver'da ailemi kurdum. Ancak ben kaçtıkça İskenderun sevgisi içimde daha büyüdü. Benim artık göz yaşlarım kurudu. Yıkılan şehrimizi, Arsuz ve İskenderun'u ayağa kaldırmak için çalışacağım bundan sonra. Ailemin adını yaşatmak için Sümbültepe Eğitim Vakfı'nı kuracağım. Uzun dönem yardım lazım. Yıllar sürecek o şehirleri ayağa kaldırmak. "
Nural, 1999 Gölcük depreminde aktif olarak Akut'la çalışmış, afet bölgesinde tercümanlık yapmış. Yaşanan trajedinin boyutunu çok iyi hatırlıyor. Diyor ki;
"Öğreneceğiz sandım, dersimizi alacağız sandım. Hiç hazır değilmişiz meğer. Depremi kimse durduramaz ama depreme hazır olunabilinir. Acil durum felaket planımız yokmuş. Nasıl olur İskenderun'a 30 saat yardım gitmez, anlayamıyorum. Değil ailemin başına böyle bir felaket geleceğini, Türkiye'nin başına bir daha böyle bir şey gelmez sandım. Abimin binasının yerle bir olduğunu gördükten sonra bile kurtulacaklar sandım. İnsan böyle şeylerin hiçbir zaman kendi başına geleceğine inanmıyor."
Nural, pek çok deprem uzmanının yanı sıra Hatay Belediye Başkanı Lütfü Savaş'ın defalarca bakanlıklara kentsel dönüşümle ilgili yazı yazdığını ve cevap alamadığını da belirtiyor.
Nural her vatandaş gibi 1999'dan beri ödenen deprem vergilerinin ve AFAD'a yapılan bağışların kalem kalem, büyük bir şeffaflıkla paylaşılması gerektiğini söylüyor:
"Kanada'da verdiğim verginin hesabını sorabiliyorum, kendi ülkemde niye sormayayım. En doğal hakkım bu. Öfkeliyim. Ama öfkemi bastırıyorum şu anda. Yastayım. Ülke olarak yastayız. Ülkemi, yurttaşlarımı çok seviyorum ama hükümetin yaptıklarını takip edip sorgulamalıyız. Vatanını seven deprem vergilerini takip eder. Gerçek vatansever sorgular. Kanada'da başbakana giden 200 dolarlık bir hediyenin bile hesabı soruluyor."
Nural Cahide'den bahsederken gözyaşlarını tutamıyor:
"17 yaşındayken ailemize gelin geldi. Aynı yaşta iki genç kızdık, çok çabuk anlaşıp kaynaştık. Kardeş olduk. Sadece ailemizi değil, bütün İskenderun'u biraraya getirirdi. Elinden her iş gelirdi, pratikti, herkese yetişirdi. Okuyamadı. İmkanları yoktu. Avukat olmak isterdi hep. Avukat olamadı ama maddi durumları düzelince Arsuz ve İskenderun'daki kadınların, gençlerin gelişmesine destek oldu. İskenderun Musiki Cemiyeti'nde ut çalıyordu, folkör ekibindeydi. Rafi'yle birlikte İskenderun Eğitim Vakfı'nda gençlerimize burs veriyorlardı. Abim Rafi de Arsuz Gazeteciler Cemiyeti Başkanı'ydı. Bu topraklarda büyük zorluklarla kendilerini eğitmiş, geliştirmiş, imkan sahibi olmuş ve kazandıklarını toplumun gelişmesi için topluma geri veren insanlardı."
Bu hafta size 2023 Kahramanmaraş Depremi'nde çekirdek ailelerinden 6 kişiyi, geniş ailelerinden onlarca kişiyi kaybeden Sümbültepe Ailesi'nin öyküsünü yazdım. Ülkemizin dürüst, çalışkan, acı dolu topraklarda kendini geliştirmeyi başarmış ama acıdan kaçamamış, hikâyeleri, hayalleri, umutları enkaz altında yarım kalmış on binlerce güzel insanını düşünerek... Sizleri unutmayacağız. Bu felaketi unutmayacağız.
Ayşe Acar kimdir? Ayşe Acar 10 Ağustos 1974'de doğdu. İstanbul Teknik Üniversitesi Fizik Mühendisliği bölümünü bitirdikten sonra 1996 yılında Sabah Gazetesi'nin reklam departmanında işe başladı. Sonraki yıllarda NTV ve Vatan Gazetesi'nin reklam departmanlarında yönetici olarak çalıştı. Kariyerini değiştirmesine yol açan olay, 2004 yılında ikizlerine hamile kalmasıyla gerçekleşti. Yazı işlerindeki arkadaşlarına hamilelik maceralarını anlatırken, kendini hafta sonu eklerinde köşe yazarı olarak buldu. Ayşe'nin İkizleri'nin ilk yazısı Vatan Gazetesi'nde 11 Eylül 2004'de yayımlandı ve çocukları Defne ile Ege'nin ilkokula başladığı 2011 yılına kadar sürdü. Nisan 2009'da "Anneee! Anne oluyorum!" isimli ilk kitabı yayımlandı. Bu süre zarfında Vatan Gazetesi'nin hafta sonu eklerinde spor, sanat, siyaset, iş, moda dünyasının etkili isimleriyle röportajlar yaptı. Ayşe 2017'de, ikizleri ve dört ayaklı çocuğu Mişka ile Kanada'nın Vancouver şehrine göçtü. Kanada'nın iklimine, kültürüne ve farklı bir dilde yaşamaya alışırken ortaya göç sürecinde yaşadığı zorlukları ve düştüğü gülünç durumları esprili bir dille anlattığı ikinci kitabı "Kanadalılaştıramadıklarımızdan mısınız?" (2019-Kara Karga Yayınları) çıktı. 2019 yılında T24'te Göç Hikâyeleri köşesini yazmaya başladı. Yeniden başlamanın gücünü anlattığı ve Kanada'da yaşam ile ilgili ipuçları verdiği yazıları, birçok yeni göçmen için rehber niteliğinde oldu. Ayşe Acar aynı zamanda Oksijen Gazetesi için yurt dışında yaşayan başarılı göçmenlerle röportajlar yapıyor ve Vancouver'da çok dilli kampanyalar yürüten bir reklam ajansında müşteri ilişkilerini yönetiyor. |