Yeni jenerasyonun sevilen yazarlarından Hazal Yılmaz'ın 25 baskı yapan ilk kitabı Anlam Arama'dan sonra, ikinci kitabı Görülmemiş Mektuplar da Kara Karga Yayınları'ndan çıktı. Son 4 yıldır Londra'da yaşayan Yılmaz'ın kitabında göçe, köksüzlüğe dair birçok satır bulacağımı bildiğim için heyecanla okumaya başladım.
Ama çok daha fazlasını buldum.
Onunkisi sıradan bir göç hikâyesi değil.
748 yıl cezayla dünyada düşünce suçundan en uzun süreli hapis cezasına çarptırılan gazeteci Veli Yılmaz'ın kızı o.
Uzaklara, hasrete çocukluktan alışık.
Köksüz.
Hem kendine göç ediyor, hem kendinden göç ediyor.
Evi bedeni, fikirleri, anıları.
Dünyası büyük...
İklim krizi, ırkçılık, savaşlar, mülteciler, LGBTİ+ hakları...
Kendi deyimiyle o hassas kelimesinin sözlük anlamı!
Her konuya duyarlı, her konuda bir mektubu var.
Yılmaz, düşünüp de konuşmadıklarını bu kitapla yazıya, kanıta dökmüş.
Sıra okuyucular tarafından "Görüldü" denmesinde...
- Kitabın adı niye Görülmemiş Mektuplar ve bu kitabı niye yazdın?
Ben 1980 Türkiye'sinde doğdum. O zamanın babası, abisi, dayısı "düşünce suçlusu" olarak cezaevinde olan pek çok çocuğundan biriyim. Babam ben doğmadan cezaevine hapsedilmiş olduğundan onunla tanışmamın tek yolu mektuplarıydı. O mektuplarda ben ona yaşamımı, sokakları, okuduğum kitapları, arkadaşlarımı, yaramazlıklarımı anlatırdım, o da bana günlerini, düşündüklerini, insan ve birey olmamın önemini… Ve bu kadar mahrem olan paylaşımlarımız gardiyanların onayı olmadan birbirimize ulaşamaz, üzerinde Görüldü damgasıyla gelirdi. Görüldü; satırlarımızın birinin onayından geçtiği, içinde sakıncalı bir şey bulunmadığı anlamına gelirdi. Ben bu mektuplarla büyüdüm. Mektubun iki kişi arasındaki en uzak yakınlık olduğu duygusuyla...
Yıllar içinde bu yüzden kendimi başkalarına ve kendimi kendime anlatmak için çok mektup yazdım. Görülmemiş Mektuplar'da insan olarak, kadın olarak, göçmen olarak geçen hayatımın anlatıları. Düşünüp de konuşmadıklarımın yazıya, kanıta dökülmüş, artık okuyan tarafından görülmüş hâli.
- Yazmak sana ne ifade ediyor?
Ben yazarken, aklımdan geçenleri karşımda biri varmış ve ondan başka kimse duymayacakmış gibi samimiyetle anlatıyorum. Yazdıkça anlıyorum, rahatsızlıklarımı, huzursuzluklarımı, öfkemi, şaşkınlığımı çözüyor, hayatla barışıyorum gibi hissediyorum. Yazmak benim için bir tür terapi, hayatı anlamlandırma biçimi.
- Kaç yıldır Londra'da yaşıyorsun? Şu anda Londra'da ne tür çalışmalar yapıyorsun?
Neredeyse 4 yıl olacak… İlk geldiğimde o dönem yaptığım dijital medya işlerini burada devam ettirmeyi düşünüyordum, CV'mi toplamıştım, Türkiye'de biri kendi projem olan (@cokgezenlerkulubu) pek çok iyi ve yurtdışında da bilinen markaya hem proje üretmiş, hem danışmanlık yapmıştım. Ama işler öyle olmadı, o süreçte başvurduğum pek çok yerden olumlu cevap almadım. Yönetici pozisyonlarında çalışmaya uygun bir portfolyom vardı ama bunun için İngiltere'de iş geçmişim yoktu. Başlangıç seviyesi içinse deneyimim çoktu (yani yaşlıydım) Bitmeyen bir kısır döngü.
- O yüzden mi yazmaya başladın?
Evet. İlk kitap Anlam Arama bundan iki yıl önce çıktı. Devamında ikinci kitap Görülmemiş Mektuplar... Şimdi çok sevdiğim bir arkadaşımla yeni bir yaratım sürecindeyiz. İkimiz de veganız, ikimiz de sürdürülebilir gelecek için bunun mutlak olduğuna inanıyoruz, ikimiz de bir süredir ertelediğimiz fikirlerimizi yan yana koyup yeni bir proje üretmenin heyecanındayız.
- Çok heyecanlı. Peki, neden gittin?
Bir ihtimal için gittim. Kalmak, durmak, beklemektense ilerlemek, hayatımın sonrasını görmek istedim. Londra bir kaçış ya da hedeften çok durak gibi benim için. Buraya esasen 5 yılda Avrupa Birliği vatandaşı olabilmeme olanak sağlayan Ankara Anlaşması ile geldim. Ancak dünyanın politik durumları değişti. İngiltere Brexit ile Avrupa Birliği'nde çıkmaya karar verdi. Bütün bu süreç, yükselen milliyetçilikle birlikte ülkeye ve şehre dair günlük gözlemlerimi yazmama yol açtı. Hayat ben planlar yaparken başıma gelenler oldu, yani…
Adaptasyonun kolay oldu mu, yoksa ilk zamanlarda zorlandın mı?
15 yaşımdan beri aralıklı olarak yurtdışında yaşıyorum. Önce değişim programıyla Fransa'ya, ardından üniversite için Amerika'ya taşındım, sonraki yıllarda seyahat yazarlığı yaparak dünyayı dolaştım. Seyyah olmak kolaydır. Bir yere, kültüre, mecburiyetlere, toprağa ait değilsindir çünkü. Meraklısındır, gelip geçicisindir. Ankara Anlaşması bu yılın sonunda bitecek, İngiltere ve Türkiye arasında özel bir vatandaşlık anlaşması. Burada artık seyyah değilim. Bir mülteci de değilim ama göçmenim. Banka hesaplarım, giriş çıkışlarım, yaptığım işler, yaşadığım evler hepsi kontrol altında. İngiltere'de yaşayan güneşe alışkın bir Akdenizli olmanın yanısıra, seni hep izleyen, sonunda buranın vatandaşı olup olmayacağına karar verecek bir devlet incelemesinde olmanın getirdiği zorluklar var elbette.
Yaşadığın en büyük kültür farkı neydi?
Hayatın erken bitmesi. Akdenizliler'de masalar uzun, zaman sınırsızdır. Burada pub'lar 11'de kapanıyor mesela. O yüzden bir acele var.
- Mektuplarını okuyunca dünyanın tüm dertlerini omuzlarında taşımaya çalışıyorsun gibi geldi. Öyle mi?
Benim hayatta hiç en iyi arkadaşım olmadı. Hep başka sosyal çevrelerde, başka baskılarda, birbirinden başka zorluklarda mücadele eden arkadaşlarım oldu. Duyarlı olduğum meselelerin çoğu onların sayesinde, onların mücadelelerine dahil oldukça öğrendiklerim. Azınlıkların haklarını savunmak, onları/bizi bastırmaya, baskılamaya çalışan çoğunluklara öfkelenmek için bir gruba ait olmak gerektiğine inanmıyorum. Birbirimizi dinlemek, anlamak ve haksızlığa karşı durmak zorundayız.
- Sen mi çok hassassın, insanlar mı çok duyarsız?
Kesinlikle hassasım. Haksızlığa, ezilenlere, şiddet görenlere, susturulanlara... Hassasın tam sözlük anlamıyım. Duyum ve duyguları hemen ve en ince ayrıntılarına değin algılayan biriyim.
- Londra'da mülteciler için yaptığın çalışmalardan biraz bahseder misin?
Ben sadece birlikte toplanılan, mutfağa girilen, bir masada oturup sohbet edilen yemeklerde çalıştım. Daha çok şey yapmam gerekiyor…
- "Burada olduğunuz süre boyunca ülkemize memleketimizden 3 anı taşıyabilirsiniz." diyorsun kitabın bir yerinde. O üç anı hâlâ aynı mı?
Doğduğum ülkede sevdiğim çok şey var. Mesela uzun masalar, mesela vapur, mesela Bozcaada'da gün batımları, mesela bütün zorlukların ortasında bana kendim olmayı öğreten kan bağım olmayan bir aile. Evet, o anılar ben nereye gidersem gideyim benimle seyahatte.
- Yine kitapta, integration (bütünleşme) değil assimilation (sindirim) kurallarını uygulayarak bu ülkede yaşamamıza izin var, diyorsun. Misafir misin bulunduğun yerde?
Kesinlikle misafirim. Her şeyden önce bir pasaportum yok. Ve o pasaportu almak için buranın kurallarını kabul etmeliyim. Bir evdeki misafir gibiyim.
- Pasaportu alınca İngiltere evin olacak mı?
Bilemiyorum… Önümde 2 yıl daha var. Biraz şehirlerle ilişkim değişti. Büyük bir şehirde bir evde geleceğimi kuracağımı düşünmüyorum…
Londra'da şahit olduğun ırkçılık ve ayrımcılığa da değiniyorsun kitapta. Sen maruz kaldın mı ayrımcılığa?
Irkçılık ve ayrımcılık küresel iklim kriziyle birlikte bugünümüzün en büyük meselesi. Ben Londra'da yaşadığım için burada şahit olduklarımı yazıyorum. Birine Hintli dediğimizde, zenci dediğimizde, Arap dediğimizde, dünyayı sadece gördüğümüz kadarıyla tasvir ettiğimizde, genellemeler yaptığımızda bunun ayrımcı bir söylem olduğunu fark etmemiz, önce dilde, sonra düşünce yapımızda, algılarımızda değişmemiz gerektiğine inanıyorum. Londra'daki ırkçılık ve ayrımcılık belki pek çok ülkeden çok daha az… Ama hiç olana kadar konuşmalı, yazmalıyız.
Ben kişisel olarak ciddi anlamda bir ayrımcılık yaşamadım, "Türk müsün? Aa! Türke hiç benzemiyorsun." sorularından sonra Türk neye benziyorla gelen önyargılı muhabbetlere daha çok maruz kaldım.
- Kitapta beni en çok etkileyen cümlelerden biri şu oldu; "Yanlış havaalanına inmiş, bantta sahipsiz duran bavul gibiyim." Açıklar mısın?
İçine doğduğum aile belki dışarıdan bakıldığında "Ah! Tüh! Vah! Yazık!" dedirtiyor ama bana sorarsan çok şanslıydım. Evinde babasından, abisinden şiddet gören, taciz gören kadınların olduğu bir dünyada ben uzaktan da olsa hep şefkat, sevgi ve hepsinden önemlisi saygı gördüm. Bu yüzden büyüdüğüm dünyada bunu göremediğimde hep isyan ettim. Kendim ve başkaları adına. Tek başına da kalsam sinmedim… O yüzden biraz hep yanlış havalimanından inmiş sahipsiz bir bavul gibi hissediyorum kendimi.
- Dille ilgili yazdığın bölüme de bayıldım. "Kolay gelsin"i Türkçe söylemene, üç dili birbirine karıştırarak konuşmana... Dil hayallerimizin duygularımızın sınırlarını ne kadar belirliyor? Sen ne kadar Hazal'sın Londra'da?
Dilin bizi birleştirdiği kadar ayırdığına da inanıyorum. İnsanları şivelerinden, kullandıkları kelimelerden dolayı sınıflandırabiliyor hatta aşağılayabiliyoruz. Bu yüzden kendi kelimelerimi yaratmayı, yüklemsiz cümleler kurmayı, bana öğretilen dilbilgisi kurallarını da sorgulamayı seviyorum. İngilizce anadilim değil, bu yüzden hiçbir zaman Türkçedeki, Türkçenin ait olduğu Türkiye'deki geçmişim, gerçekliklerim yok. Biraz daha hafifim sanırım burada.
- Berlin hikâyende, ülkenin hafızasına bir özenme var sanki. Kendi ülke hafızanı açıklar mısın?
Ne yazık ki ben kendi geçmişiyle barışmış, özür dilemiş, bunları konuşmaya açmış bir ülkede doğmadım. Belki de bu yüzden yazıyorum. Görünür olabilmeleri, göz ardı edilmemeleri, kişisel hikâyelerle de olsa açığa, açıklığa çıkmaları için. Çünkü ben uzun, zor ama bütün o haksızlığın içinde umut dolu bir dönemin çocuğuyum.
- Gideceğin yerdeki sana mektup yazmışsın. Ne diyordun o mektupta?
O mektup bana hiç ulaşmadı. Amerika'dan dönerken İstanbul'daki kendime yazmıştım. Bıraktığım yerde hatırlamak istediklerimi anlatıyordum. Oranın da benim bir parçam olduğunu anımsamak için.
Üniversitede yaşadığım, hayatımın dört yılını geçirdiğim, dünyanın bambaşka kültürlerinden insanlarla tanıştığım o küçük şehre, İthaca'ya geri dönmedim. Belki mektup bana ulaşsaydı daha çok detayını anımsardım.
- Yürüyen şeylerin kökleri olabilir mi, diye sormuşsun kitapta. Olabilir mi? Köksüzlük senin için ne demek?
Benim köklerim anımsamalarım, dünyanın bambaşka yerlerinde yaşayan arkadaşlarım, bir masadan gün doğumuna devam eden muhabbetler, bazen yıllar sonra karşıma çıkıp günümün, hayatımın akışını değiştiren insanlar. Vatanım, yerim, yurdum, evim, arabam değil…
- Gelelim ev kavramına. Son mektupta da "Harika bir misafirim burada. Evimde değilim" diyorsun. Evin neresi?
O zaman kitaptan bir alıntı yapıyorum bu son soruda… "Benim evim, anımsamalarım. Benim evim hayalini kurduklarım. Evim, gelen geçene baktığımız kahvede oturduğumuz iki sandalye. O zaman diliminde ikimizi önce geçenlere, sonra gelmesini düşlediklerimize götüren hafıza. Ev birkaç ay yerleşeceğim yerlere taşıdığım, bana rağmen yaşamını sürdüren şu küçücük bitki. Ev düşündüklerim. Evim duvarlarla, vizelerle, karantinayla, devletlerle, sınırlarla, damgalarla, ipotekle belirlenmiş saha değil ki benim. Evim kendim."