Geçtiğimiz yaz Türkiye'ye gelemememizin en önemli nedenlerinden biri Vancouver-İstanbul arası aktarmalı olarak en az 18 saat süren uçuş süresiydi.
Karantinadan yeni çıkmıştık, Covid-19 hakkında hâlâ az şey biliyorduk, "Seneye aşılama başlar, rakamlar düşer, evimize rahat rahat seyahat ederiz." diye düşünüyordum. Ancak evdeki hesap çarşıya uymadı. Aşılama başladığı halde rakamlar artmaya devam etti.
Nisan sonuna doğru Türkiye'de günlük yeni vaka sayısı 61 binken, kendime şu soruları soruyordum; "Ya gittiğimde tam kapanmaya denk gelir de evden çıkamazsam, sevdiklerimi istediğim gibi göremezsem, aktarmalı yolculukta iki uçak ve üç havaalanında gerçekleşecek insan temasları ile ya hastalığı kaparsam...."
Aynı tarihlerde Kanada'da aşılama hızlanmış, en azından ilk doz aşımı olabilmem içimi bir nebze rahatlatmıştı. Hastalansam bile vücudumun virüsü tanıyor olacağını ve en azından çok ağır atlatmayacağımı umuyordum. Ama aşıların varyantlara karşı etkisi de tartışılan bir konuydu. Yazın memleket büyük ihtimalle turistlere açılacaktı ve bu ekonomi için gerçekten çok iyi olacaktı ama turistlerle birlikte ülkeye varyantlar da girecekti.
Şuraya bir iki cümleyle yazdığıma bakmayın, o günlerde gerçekten her ihtimali düşünmekten beynim yandı. Bir ara "Risk almayayım, oturayım oturduğum yerde bir yıl daha" dedim, sonra sevdiklerimi ve ülkemi bir yıl daha görememe ihtimali karşısında kısa süreli bir depresyon yaşadım. Ancak, kendimi mutsuz ve çaresiz hissederken bile "Çok şükür ki, hastalığa yakalanmadım. Sağlıklıyım, hayattayım, nefes alıyorum." diyerek hemen içinde bulunduğum ruh halini değiştirmeye çalıştım. Fakat yine olmuyordu. Bu sefer tanıdık, tanımadık bu hastalıktan hayatını kaybeden milyonlarca insan aklıma geliyordu. Lunaparktaki hızlı bir tren gibi, saniyeler içinde bir yükselip bir alçalıyor, o duygudan bu duyguya sürükleniyor, çaresizlikten umut dolu olmaya, üzgünken kendimi şanslı hissetmeye jet hızda geçiş yapabiliyordum. En azından ilk doz aşıya erişebildiğim için gerçekten şanslı olduğumu kendime hatırlatıyordum.
Bu parçalı bulutlu ruh hâli sürerken, tüm Vancouverlı Türkler'i mutlu eden şahane bir haber aldık. 3 Mayıs tarihinde THY, İstanbul-Vancouver arası direkt uçuş seferlerini başlattı. Bu, uçağa binip, 11,5 saat sonra ülkemize varabileceğimiz anlamına geliyordu. Türkiye'deki günlük vaka sayıları da 25 bine düşmüştü.
"Artık ne olursa olacak" diyerek, bir cesaretle bilgisayarımın karşısına geçtim ve uçak biletlerimizi aldım. Almamla birlikte depresyonum geçti, rahatladım, hastalık korkusunun yerini sevdiklerime kavuşacak olmamın coşkusu aldı. "Hayattaki en kötü karar kararsızlıktır." lafının doğruluğunu bir kez daha hatırladım.
Haziran ortası uçuş günümüz geldiğinde Vancouver Uluslararası Havalimanı'nın yolunu tuttuk. Nispeten boştu. Koca havaalanından kalkan iki uçak vardı sadece.
THY, uçuşlarda tek doz aşılı olanlara, -üzerinden 14 gün geçme şartıyla- PCR testi zorunluluğunu kaldırdığı için, ben aşı kartımı göstererek uçağa binebildim. 16,5 yaşındaki çocuklarıma, ilk doz aşılarını oldukları halde, üzerinden henüz 14 gün geçmediği için hemen havaalanında bulunan test merkezinden Covid Antijen testi yaptırdık. PCR testi uzun sürede çıkarken, Antijen testi sonuçları 20 dakika, yarım saat arasında çıkıyor.
Negatif sonucumuzu alıp, check in'imizi yaptırıp, pasaport kontrolünden geçtik.
Havalimanı neredeyse hayalet şehri andırıyordu. Dükkanların ve kafelerin çoğu kapalıydı. Bir tane açık gümrüksüz satış mağazası vardı. Oradan sevdiklerimize birkaç hediye alıp, uçağımıza atladık. Direkt uçuşun gerçekten keyfi bir başka olsa da, o 11,5 saat yol bir türlü bitmek bilmedi. Heyecandan hiç uyuyamadım, keza çocuklar da öyle...
Sonunda memlekete indik. Pasaport kontrolüne doğru yürürken havaalanının ne kadar kalabalık olduğu dikkatimi çekti. Mesafe yok. Bırakın Covid'i, Covid öncesi bile ben havaalanını bu denli kalabalık gördüğümü hatırlamıyorum. Pasaport sırasında, yerlerde aynı Vancouver'daki gibi "Burada durunuz" yazan büyük yuvarlak çıkartmalar olduğunu fark ettim, ama o iki çıkartma arasında neredeyse beş kişi vardı. Arkamdaki adamın nefesini hissediyorum. Maskeyi boynuna indirip, tükürük saça saça telefonda konuşanlar mı istersiniz, uzun pasaport sırasına çaktırmadan kaynamaya çalışanlar mı?
İki senedir, en yakın üç-beş arkadaşımız haricinde kimseyi görmediğimiz izole hayatımızdan sonra çocuklar şok içinde bana sokulmuş durumda. Ben tabii ki eski toprağım, şaşırmıyorum ama memlekete inmemle birlikte memleketin bende yarattığı o tanıdık ve unutulmaya yüz tutmuş duygu geri geliyor; kızgınlık. Salgın var yahu salgın!
Bir görevliye kalabalığın nedenini soruyorum. Diyor ki; "Bizler daha kısa süreli mesai saatlerinde çalışalım diye, tüm uçaklar birbirine yakın saatlerde iniyor." Aklıma Vancouver'dan sadece iki uçak kalktığı geliyor. İstanbul'a ise görebildiğim kadarıyla dakikalar farkıyla 25 uçak inmişti. Belli ki onların personelinin canı can değildi. Aynı anda binlerce kişiyi aynı limana indirmek gibi pratik bir çözüm Kanadalının aklına gelmemişti.
Yaklaşık bir saatte pasaporttan geçip, bavulumuzu alıp, bizi kapıda bekleyen sevdiklerimizle göz yaşları içinde kucaklaştıktan sonra evimize varmak üzere, iki saate yakın süren bir araba yolculuğuna çıkıyoruz.
Pandemi döneminde haklı olarak insanlar toplu taşımaya binmeye çekindikleri için, araba satışları patlamış. Zaten dünyanın en trafikli şehirlerinden biri olan İstanbul'un trafiği ayrı bir mertebeye ulaşmış: Duran trafik.
Daha sonraki günlerde günün hiçbir saatinde taksi bulunamadığını, arabalı ya da arabasız bir yerlere ulaşmanın imkansızlığını iyice deneyimleyeceğim. Ama olsun. Yaşanması her geçen gün daha zor hale gelen İstanbul'umu öyle bir özlemişim ki, şikayet etmiyor, her anımın tadını çıkartıyorum. Elbette bu dünya bizim memleket ama en çok da memleket, memleket. Minibüs olsam arkama "Ben seninle mutsuz olmaya da varım" yazdırıp, öyle dolaşacağım.
İstanbul maceralarımı anlatmaya önümüzdeki haftalarda devam edeceğim. Şimdi ikinci doz aşımı memlekette olabilmenin mutluluğuyla, dinlenmeye çekiliyorum müsaadenizle.