Hikaye 1986 yılında, 3 aylık bebekli genç bir çiftin, önlerine Amerika'ya gidip gitmeme kararının düşmesiyle başlıyor. Evin babasına Indiana Üniversitesi'nde yüksek lisans, doktora ve asistanlık yapması için bir teklif geliyor. Üniversitede okutmanlık yapan anne "Ben oralarda el kadar bebe ile ne yaparım, mesleğim, ailem, arkadaşlarım ne olacak?" diye itiraz ediyor önce... "Düşünmek lazım" diyor.
Düşündüğü sıralarda öyle olaylar oluyor ki Türkiye'de... Gitme kararını almak kaçınılmaz oluyor. Ve aslında o kararın altında 12 Eylül 1980'e uzanan bir geçmiş var. Hatta belki daha da geriye, 12 Mart 1971'e...
Akademisyen-yazar, mütercim tercüman Yasemin Alptekin, "Gitmek mi Zor, Kalmak mı?" isimli kitabında 1 değil, tam 3 göç öyküsü anlatıyor.
1986'da Türkiye'den Amerika'ya; 1998'de Amerika'dan Türkiye'ye ve nihayet 2009'da Türkiye'den tekrar Amerika'ya... Kitap, o yıllardan bugüne politik, sosyolojik ve tarihi olayların eşliğinde bize şahane bir öz yaşam öyküsü sunuyor; iki ülke ile ilgili çarpıcı karşılaştırmalar yapıyor.
Biz bu hafta 12 Eylül'ün tam 39'uncu yılında, genç bir çifti kucaklarında 9 aylık bebekleriyle Amerika'ya gitmelerine neden olan hikayeyi dinleyeceğiz.
Söz Seattle'dan Yasemin Alptekin'de;
"12 Eylül 1980'de, ülkenin kaderini değiştiren askeri darbe sırasında, yirmili yaşlarını süren üniversite gençlerinden halen hayatta olanlar, bugün altmışlarına yaklaşmış, gelmiş ya da geçmekte. O darbe gününü içlerinden hangisine sorsanız, size anlatacak mutlaka bir hikayesi, içinde kalmış bir ukdesi ya da dillendiremediği bir yürek acısı vardır.
"O günleri dün gibi anımsayan biri olarak öncelikle şunu söyleyebilirim: 12 Eylül, bir sabah radyodan duyulan davudi sesiyle "Yine de şahlanıyor aman" diyen Hasan Mutlucan türküleri ile ansızın gelmedi. 12 Eylül'ün gelişi, 12 Mart 1971'den belliydi de ortam tam anlamıyla kıvamda olsun diye bekleniyordu. Buradaki kıvamdan kasıt, ülkedeki sağ-sol kavgasında halkın, siyasilerden umudunu kesip gitgide yükselen şiddet olaylarına-- ki bunlara o zamanlar 'anarşik' olaylar deniyordu, tepki olarak askeri bir müdahaleye destek vermesi beklentisidir. Bu kıvam, 1 Şubat 1979'da Milliyet Gazetesi Genel Yayın yönetmeni Abdi İpekçi'nin öldürülmesiyle iyice koyulaşmıştır.
"1980 yılının yazında Fransa'da Grenoble Üniversitesi'nde dil okulundaydım. Henüz otomatik telefonların olmadığı o devirde, memleketten haberler mektupla gelirdi. O günlerde kardeşimden aldığım bir mektupta, Nihat Erim'in 19 Temmuz günü İstanbul Kartal'da evinin yakınlarında suikasta kurban gittiği yazıyordu. Bu satırları okurken, kaldırıma çöküp hüngür hüngür ağladığımı hatırlıyorum. Kendi kendime konuşur gibi soruyordum: "Ne zaman bitecek bu kardeş kavgası? Biz ülkemizin medeni bir ülke olduğunu görebilecek miyiz bir gün acaba?" diye.
"Eve döndükten bir ay sonra darbe oldu. Üniversitelerde dersler durduruldu. Sokağa çıkma yasağı, yayın yasağı, öğrenci evlerine ve yurtlara yapılan baskınlar... Pek çok kişi dönem ya da yıl kaybetti, mezuniyetler gecikti. Kapatılan siyasi partiler, yurt dışına çıkma yasağı... Herkes canından korkar oldu. 12 Eylül öncesinde sokak kavgalarında atılan serseri kurşuna ya da iş dönüşü yanı başınızda patlayan bir bombaya denk gelmek korkusuyla geçen yıllar, 12 Eylül'de elimizdeki kitap ya da derginin sakıncalı bulunup sorgulanacağımız, olmadı yazdığımız iki satırlık düşünce yazısı için hakkımızda soruşturma açılacağı kaygısına dönüştü. Kimin kimi gammazladığının bilinmediği bir devir yaşandı ülkede."
"Gitmek mi Zor, Kalmak mı?"yı yazarken, o günleri yeniden yaşıyorum.
Kitaptan...
"Ülkede Kenan Evren Cumhurbaşkanı. Başbakan Turgut Özal. Evren, 1982 Anayasası için, "Beni reddeden Anayasayı da reddeder" demiş. Hani bir alana bir bedava gibi, oldukça ucuza mal edilmiş bir oylama. Anayasaya 'evet' basana, cumhurbaşkanı bedava. Hal böyle olunca da sokak kavgalarından, sıkıyönetimden bıkan halkın büyük bir çoğunluğu da 'evet' mührünü basıvermiş oy pusulasına. Tek bir evetle hem Anayasa kabul edilmiş hem de Evren'in cumhurbaşkanlığı. 'Ya hep, ya hiç' türü, azdan seçmeli bir referandum. ...Evren her gittiği yerde bir konuşma yapıyor. Herkese 'hemşerim' diyor. Evren'in herkese hemşerim demesi, birlik, beraberlik ve bütünleşme ifadesi gibi gelse de kulağa, ülke o günlerde farklı bir cepheleşme içinde. ...12 Eylül'ün darmadağın ettiği siyasi partiler yeniden örgütlenir olmuş. Adları değişirken, kafaları değişmeden siyaset sahnesindeki yerlerini, milliyetçi, dini muhafazakâr, ekonomik liberal ve demokratik sol eğilimli, olarak yeniden almışlar. İlerisi için biraz olsun istikbal vadeden Sosyal Demokrat Halkçı Parti İçel Milletvekili Fikri Sağlar, Türkiye'de son beş yılda 800'den fazla insanın kaybolduğunu söylüyor o yılın başlarında. Nereye gitti bu insanlar? Yurt dışına? Yeraltına? Toprak altına? Ne desek boş. Nedenler bilinmiyor, gidenler gelmiyor."
"12 Eylül bilançosunun korkunçluğu ortadaydı ama sayısal veriler çok sonraları çıktı ortaya! 650 bin kişi gözaltına alınmış. 1 milyon 6 yüz seksen üç kişi fişlenmiş. İki yüz 30 bin kişi yargılanmış. 39 bin ton gazete ve dergi imha edilmiş! 300 kişi soruşturmada hayatını kaybetmiş. 171 kişi işkencede ölmüş.
"517 idam cezasından 50'si infaz edilince, hak ihlallerine ve sıkıyönetimin yarattığı baskının ağırlığına karşı bir araya gelen toplam 1383 kişi, yaşananlar karşısında tepki ve taleplerini sıraladıkları Aydınlar Dilekçesi'ni hazırladılar ve bu dilekçeyi imzalayıp, 15 Mayıs 1984'te Cumhurbaşkanlığı ve TBMM Başkanlığı'na verdiler.
"Gidişata boyun eğmemek için gösterilen medeni bir çabaydı bu. Aziz Nesin, Uğur Mumcu, Halit Çelenk, Yalçın Küçük ve Erdal Öz'ün başı çektiği bu dilekçede idamların da durdurulması isteniyordu.
""Varlığı yasal kararlarla da kanıtlanan işkence insanlığa karşı suçtur. İşkencenin yargısız, peşin ve ilkel bir cezalandırma alışkanlığına dönüştürülmüş olmasından endişe ediyoruz. Ayrıca, özgürlüğü sınırlama amacını aşan cezaevi koşullarını da eziyet ve işkence sayıyoruz. İşkencenin büsbütün ortadan kaldırılması için gerekli önlemler alınmalıdır..." diye başlıyordu, benim de imzaladığım bu dilekçe."
"Kenan Evren, imzalayanları hedef alarak yaptığı konuşmada, "Ne yapayım ben öyle aydını, Vahidettin de aydındı ama vatan hainiydi" dediydi.
"Aziz Nesin ise, Kenan Evren'in vatan hainliği suçlamasına karşı, "Vahidettin'in aydın olup olmadığı tartışılır ama devlet başkanı olduğu kesindir" diye karşılık vermişti o günlerde. Daha sonra Aziz Nesin ve arkadaşlarına açılan Aydınlar Dilekçesi davasında Aziz Nesin'in yaptığı savunmaya yayın yasağı konuldu.
"Yayınlar yasak, dört yüz gazeteci hapiste, parlamento dağılmış. Aydınlara vatan haini deniyor, daha dün iktidar ve muhalefet partisi lideri durumunda olanlar tutuklanıp ev hapsine alınmışlar. Bu arada YÖK kuruluyor. Üniversitelere yeni kurallar geliyor. Bunlardan biri de bazı sakallı profesörlerin ders vermeye devam edebilmeleri için sakallarını kesmeleri şartı. Sakallarını kesmeyenler görevden alınıyor.
"Ülkede sağ-sol kavgası bitmiş ya, her şey güllük gülistanlık gibi de, sadece 'gibi'. Gül ve gülistan pek ortalıkta görünmüyor. Caddeler hala çöp içinde; sular, elektrikler sürekli kesiliyor. Duvarlardaki sloganlar temizlenmiş ama tarihi duvarlar da dahil, her yerde üzeri beyaz boya ile kapatılmış 'Tek yol devrim' ve diğer yazılar alttan alta hala görünüyor."
Kitaptan Devam...
"Takvimler 26 Nisan'ı [1986] gösterdiğinde, o gün için tüm dünyayı alarma geçirecek bir felaket yaşanıyor Sovyetler Birliği'nde: Çernobil Nükleer Santralı'nda bir patlama oluyor. Atmosfere yayılan radyoaktif sızıntı taşıyan bulutlar, rüzgarın yardımıyla, İskandinav ülkeleri, Doğu Avrupa ve Karadeniz'e kıyısı olan ülkelerle Trakya ve Karadeniz bölgelerimizi de içine alarak yağmur olup toprağa düşüyor. Tartışmayı ve didişmeyi seven bir toplumun temsilcileri olan siyasilerimiz, Karadeniz Kıyıları etkilendi-etkilenmedi, çay radyasyonluydu-değildi, kavgasına tutuşuyorlar. Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral, "Biraz radyasyon iyidir" gibi halkı rahatlatacak açıklamalar yapıyor ve bilimsellikten uzak bir yaklaşımla televizyon karşısında çay içiyor. Koskoca Bakanı, radyasyonlu olduğu iddia edilen çayı içerken gösteren fotoğraf, gazetelerde ve televizyonda boy gösterince, herkesin rahat bir nefes alması umuluyor. Şaka gibi ama çok ciddi bir başka durum da başbakan Özal'ın "Radyoaktifli çay daha lezzetlidir" demesi. Devlet büyüklerinin ısrarla radyasyonu masum ve yok gibi gösteren o günkü tutumlarının nedeni, Mersin-Akkuyu'da yapmaya hazırlandıkları nükleer santral. Sözüm ona, "Nükleer iyidir"i benimsetecekler insanımıza.
Mahalle bakkalı da, yurdum insanı olarak, başbakandan aşağı kalmıyor. Bebeğine mama yapmak için bakkala süt almaya giden anne, sütün son kullanma tarihinin geçmiş olduğunu görüyor. Sütün bayat olduğunu söyleyince, bakkal tarafından azarlanıyor: "Hoca'nım, tarihi geçmişe bakma sen! Şimdiki sütler hep radyasyonlu. Bak bunun tarihine! Bu radyasyon öncesinin sütü," diyerek elindeki küçük karton sütle birlikte paranın üstünü vermeye hazırlanıyor.
O günün akşamında kararımı veriyorum: Eşime yapılan teklifi kabul ederek, Amerika'ya ailecek gideceğiz. Ne olacaksa olacak, hayatımız bundan daha kötü olmayacak, diyor içimden bir ses."
"O günlerden bugünlere ve buralara böyle geldik. En ufak aykırı bir davranışım ya da düşüncem olmadığı halde, şiddet, anarşi, terör haberlerinin olumsuzluğuyla geçti ömrüm. Şimdi herkesin elinde cep telefonu var, kimse mektup da yazmıyor artık! Eski romantik özlemler de kalmadı. Ama medeni bir topluma ve demokrasiye olan hasretlik sürüyor!"