Kutlayanı kutlamayanı, seveni karşı olanı derken bir Sevgililer Günü daha geride kaldı. Ancak bu öncekilerden çok farklıydı.
Uzun zamandır yalnızdık. Çekirdek ailelerimizin içindeyken bile birçoğumuz gözümüz saygıdeğer telefonlarımıza çevrili, gerçeklikten kopuk bir hayat sürüyorduk.
Aşk aplikasyonlara indirgenmişti. Yalnızlar için büyük bir pazardı bu. Ucunda kalp, yerine dolar işaretleri olan. Saygın ekonomi dergileri, sanal çöpçatan pazarlarının önümüzdeki yıllarda nasıl büyüyeceği üzerine istatistikler yayınlıyor, milyar dolarlık rakamlardan bahsediyorlardı.
Yaşamakta olduğum Kanada'nın Vancouver şehri yeni biriyle tanışmak için dünyanın en zor, en kapalı şehirlerinden biri. Avrupa'da insanlar kafede, restoranda tanışır, iki çift kelam eder. Burada öyle bir kültür yok. Burada insanlar sağa sola kaydırarak, aynı anda onlarca kişiyle tanışıyor, belki bir yılın sonunda birinde karar kılıyor. Bu yeni düzen bana göre özgüvenli insanların bile kendini değersiz ve daha yalnız hissedeceği bir düzen.
Bu şehrin gerçeğini kabullenip, çok uzun süredir ihmal ettiğim bir şeyi yapmaya, kendimi sevmeye, şefkat göstermeye karar veriyorum. Yaralarımı iyileştirmeye, bol okumaya, yazmaya, yazıyla kendimi terapi etmeye başlıyorum. Öyle ya, kendimiz iyi olmadan, karşımıza iyi bir insanın çıkmasını bekleyemeyiz. Biz hangi seviyedeysek, o seviyede insanla karşılaşırız. Mutluluk ya da mutsuzluk içsel bir şey, birilerinin varlığı veya yokluğu ile ilgili değil.
Bir gün köpeğimi gezdirirken, ormanın ortasında, tesadüfen bir yaşam koçu ile tanışıyorum. Birkaç kez buluştuktan sonra, onun blog yazılarını edit etmem karşılığında bana, koçluk vermeyi öneriyor. Kabul ediyorum hemen. Denemekten ne çıkar.
Koçumla bir süre sonra, ideal yaşam partneri bulma çalışması yapıyoruz. Fiziksel, duygusal, entelektüel ve mental açıdan hayatta ne arzu ettiğimi ve bunu hak edip etmediğimi düşünmek ve yazmak üzerine bir çalışma. Kalbimden, beynimden geçen ne varsa sıralıyorum. İnsanların hislerini belli etmediği, duygularıyla hareket etmediği bir yerde aradığımı bulacağıma inancım yok. Ama dilemekten ne çıkar. Yazarken bazı istediğim şeyleri hak etmek için daha çok çaba harcamam gerektiğini şaşkınlıkla fark ediyorum. Ve öyle de yapıyorum.
Bu çalışmayı yaptıktan yaklaşık bir yıl sonra pandemi gelip çatıyor. Hepimiz evlerimize, duvarlarımızın arasına sığınıyoruz. Daha da yalnızlaşıyoruz. Ama yalnızlığımızdan öğrenmeye başlıyoruz. Tüm olumsuzluklara rağmen, yeni düzene inanılmaz bir hızla uyum sağlıyoruz. Sevdiklerimizin kıymetini anlıyoruz. Yaşlı komşularımıza yardım ediyoruz. Sosyal medyada yardımlaşma grupları kuruyoruz. Çekirdek ailemize, çocuklarımıza daha çok vakit ayırıyoruz. Onlara çocukluk keklerimizi pişirip, çocukluk oyunlarımızı öğretiyoruz. Herkesin evi minik bir ekmek fırınına dönüşüyor, dışarı çıkmamız yasak olan sokaklara mis gibi ekmek kokuları yayılıyor. Uzun sofralarda yapılan, çakır keyif sohbetlerin, ılık yaz akşamlarında kalabalık sokaklarda yürüyüşlerin, kısaca garanti sandığımız hayatın değerini biliyoruz. Uzaktan sevmeyi öğreniyoruz. Şöyle sıkı sıkı sarılmayı özlüyoruz. Dünyada öyle acılar yaşanıyor ki, tanımadığımız insanların yasını tutuyoruz, üzüntülerini, sıkıntılarını paylaşıyoruz. Kim ne derse desin, tekrar insan oluyoruz.
Elbette inişlerimiz çıkışlarımız oluyor. Yazın ilk günlerinde bir gece kafam telefonuma gömülü, bir Twitter, bir Facebook, bir Instagram aşağı yukarı kaydırırken ve "Yahu bu şehirde hayat normalken bile kimseyle tanışamazken, karantinada nasıl tanışacağız?" diye düşünürken üyesi olduğum bir grupta 1950'lerin sonlarında çekilmiş bir 8mm'lik Vancouver filmi görüyorum.
Film babamın çektiği ve çocukluğumuzda bize defalarca izlettirdiği, aynı yılların İstanbul filmlerine benziyordu. Vancouver, İstanbul Boğazı'nı andırıyordu. İnsanların giyim tarzları, zevkleri, yaşam biçimleri bugünün aksine birbirine yakındı. Babamın çektiği filmlerden birini izlediğime neredeyse emindim. Vancouver'ı hiç kendime bu kadar yakın, bu kadar ev gibi hissetmemiştim. Filmi üç kez izledikten sonra altına hissettirdiklerini yazıyorum.
Aşk en umutsuz ve umulmadık zamanlarda, en olmaz denilen şehirlerde, pandemi döneminde sığınaklarımıza kapanmışken bile karşımıza çıkabilir. Yeter ki inanmaya devam edelim. Ne istediğimizi bilelim, gerekirse yazıp çizelim, istediğimizi hak ettiğimize emin olalım. Ama en önemlisi kendi değerimizi bilelim, aza razı olmayalım.