Birçoklarımız gibi ben de İstanbul’da kendi küçük çemberimim içinde yaşıyordum. Ev, iş, çocukların okulu, alışveriş, arkadaş buluşmaları, mümkünse doktor randevularına kadar attığım her adım bu küçük çemberin içinde yer alıyordu. İstanbul’da bir yerden bir yere gitmek eziyet olduğu için, çok uzun yıllar boyunca koca şehirde bir kum tanesi kadar alan kaplamaya trafik yaratmamaya ya da trafikten mağdur olmamaya dikkat ettim. “Toplu taşıma araçlarına ne oldu? Dağa mı kaçtılar?” diyecek olursanız, maalesef öğrenciliğimde yaptığım otobüs yolculukları ile ilgili bir “kadın” olarak pek güzel anılarım olmadığı için otobüse mümkün mertebe binmem. Yaşadığım yerin yakınında dolmuş ya da minibüs hattı yok. Metro kullanırım ama o da dümdüz bir çizgi olduğu için, metro istasyonuna varmak ve indiğimde gideceğim yere varmak için mutlaka birer araç daha kullanmam gerekir. Vapur yolculuğuna bayılırım. Ama o da aynı metro gibi, üç vesaitli ulaşım olduğu için tercih etmem. Maalesef, öldürücü trafiği nedeniyle İstanbul’da bir yerden bir yere ulaşmanın en kolay yolu mümkün mertebe çember içinde kalarak kısa süreli araç kullanmak, taksiye binmek veya yürümektir.
2017’de Vancouver’a göç ederken şunu düşünmüştüm. “Ben zaten İstanbul’u İstanbul’dayken özlüyorum. Zaten yaşayamıyorum. Yaşayamadıktan sonra ne fayda...” Elbette göç etme nedenlerim farklıydı ama geride çok sevdiğim şehrimi bırakırken içim bir nebze rahattı. Bizim yollarımız zaten çok önce ayrılmıştı. Hâlâ da böyle düşünüyorum. Ancak tabii ki o özlem ikiye katlanıyor. Ve fark ediyorum ki özlediğim şeyler de daha ziyade çocukluk ve gençlik yıllarıma ait... Babamla Burgazada, Büyükada gezileri, Beylerbeyi Sarayı, Topkapı Sarayı turları, üşenmeyip ta Çengelköy’den kalkıp İnci Pastanesi’ne profiterol yemeye gidişlerimiz, teyzemle Gümüşsuyu’nda öğle yemekleri, İstanbul Müzik Festivali konserleri, üniversite arkadaşlarımla Çiçek Pasajı’nda demlenmelerimiz... Ah ne güzel yıllar. Benim için İstanbul 2000’lerin ortalarına kadar dünyanın en güzel şehriydi. Sonra yavaş yavaş bir anafor gibi bahsettiğim o çemberin içine çekilmeyi tercih ettim. Bunun nedeni elbette sadece trafik de değil, ama o ayrı bir yazı konusu.
Özlem konusuna da bir açıklama getirmek isterim. Birçok okurum İstanbul’u özlediğim için Vancouver’da acı çektiğimi, adapte olamadığımı, geriye niye baktığımı anlamadıklarını ve yeni kurduğum hayata odaklanmam gerektiğini söylüyor. Görüşlerine saygı duyuyorum. Ancak anlaşılmayan şu ki, benim İstanbul’u özlemem, Vancouver’a uyum sağlayamadığım anlamına gelmiyor. Hasret çekmek ve çile çekmek farklı şeyler. Üstelik bana göre geriye bakmadan, ileriye bakmak da pek mümkün değildir. Ben zaten İstanbul’da yaşayamadığım için dünyanın öbür ucuna gitmişim, zaten önüme bakmışım, kendime yeni bir hayat kurmuşum da, insan doğduğu büyüdüğü yeri özlemez mi yahu? Siz nasıl özlemiyorsunuz ben de onu anlamıyorum. Sözüm her zamanki gibi genç yaşta göç edenlerden dışarı... Bu özlem parantezini açıp kapattıktan sonra iki sene sonra memlekete geliş hikayeme geçen hafta kaldığım yerden devam etmek istiyorum.
İki sene sonra İstanbul’a gelişim sürprizli oluyor, çünkü seyahate son anda Kanadalı arkadaşım da katılıyor. Ben yine aile ve yakın arkadaşlarımı ziyaret ederek kendi küçük İstanbul’umu yaşayacakken, işin şekli değişiyor. Bir de “Görülecekler Listesi” yapmış ki, içinde yok yok. Aya Sofya’dan Topkapı Sarayı’na, Nardis’de Caz dinlemekten Mevlevihane ziyaretine, Kapalıçarşı’dan Arkeoloji Müzesi’ne, Balat’dan Kuzguncuk’a uzanan üç sayfalık bir liste.. “Halı Müzesi” diye bir yer bile vardı ki hayatımda duymamışım. Elimde liste kalakaldım. “Yok kardeş, ben gitmem oralara. Çemberden çıkmam. Kendin gez.” demek istiyorum ama tabii ki diyemiyorum.
Ama Covid var. Bıraktığımın iki misli trafik var. Günün hiçbir saati taksi bulunamıyor. Benim doktor randevularım ve hatta Kanada’da aile doktorumun başıma açtığı bir sorun nedeniyle olmam gereken bir ameliyat var. Aileme ve arkadaşlarıma zaman ayırmak istiyorum. Hava aşırı sıcak. O listenin üstü tek tek nasıl çizilir, aklım almasa da, 15 günde listedeki hemen her yeri ziyaret etmeyi başarıyoruz. Karaköy-Etiler arası 2 saat taksi yolculuğu ile rekor kırıyoruz. Her seferinde yarım saat taksi arıyotuz ama bir şekilde oluyor. Aya Sofya ziyaretimizde yanıma eşarp almayı unuttuğum için kapıda 5 TL’ye kağıttan, masa örtüsü gibi bir eşarp satın almak zorunda kalıyorum. Maske ve gözlükle bu eşarbı taktığımda yarattığım görüntü evlere şenlik oluyor. Ah Aya Sofya! Her halinle büyüleyicisin. Tam 1500 yıldır.
Sultanahmet Camii’nin girişinde bir halı satıcısı bizi karşılıyor. Arkadaşımı kolundan tutup “Camii kapalı, şuraları gezin. Yanlış anlamayın ben size bir şey satmak istemiyorum. Yardım etmek istiyorum.” diyerek bizi halı dükkânına doğru sürüklüyor. İngilizce’yi de bir güzel konuşuyor. Ne kadar ileri gideceğini merak ederek önce sesimi çıkartmıyorum. Sonra Türkçe olarak “Sağol kardeşim, biz buradan yolumuzu buluruz.” diyerek ayrılıyoruz. “Aaa! Abla, sen Türk müydün?” geliyor hemen... Sultanahmet çevresinin tüm güzelliğiyle birlikte, hâlâ turistler için biraz zor bir tur olduğunu fark ediyorum. Koldan çekerek turisti sürükleme kültürü maalesef tam gaz devam.
Topkapı Sarayı’nda arkadaşım sevinçten mest oluyor. Malum tarihi 135 yıllık bir şehirde doğup, büyüyen biri için İstanbul’un fethinden sonra 1460 yılında inşaatı başlamış bir Osmanlı Sarayı’nı gezmek sıra dışı bir deneyim. Ben de babamla çocukluğumda yaptığım gezileri hatırlıyorum. 9 yaşımda babamın fotoğrafımı çektiği avluda, aynı fotoğrafı çektiriyorum.
Ameliyatımdan sonra listedeki bazı yerleri kendisi ziyaret ediyor. Kapalıçarşı’da alışveriş yaparken beni aramasını istiyorum. Dükkan sahiplerini telefona rica ederek, “Size Kanada’dan arkadaşımı gönderdim. Beğendiği şey bana kaça olursa, ona da o olsun.” diyorum. “Abla sen merak etme, bize emanet” diyerek kendisine hem makul fiyatlar veriyorlar, hem de bir çaylarını içirmeden dükkândan göndermiyorlar. Kapalıçarşı’dan eve dönüşü saatler sürüyor ve kapıdan girer girmez “İstanbul bitmiş.” diyerek bana bir kahkaha attırıyor. Evet bu kanaate varması sadece 4-5 gün sürüyor.
Havanın öldürücü sıcak olduğu bir gün “Sahilde yürüyüşe çıkıyorum” diye evden çıkıyor. Boğaz’da denize girenleri görünce, “A demek ki buradan denize giriliyormuş.” diyerek şortuyla Akıntı Burnu’ndan denize atlıyor. Çok şükür akıntının kuvvetli olduğunu fark edip, hemen geri dönüyor ki, kendisini Kuzguncuk sahilinden toplamıyoruz. Eve ıslak geliyor, ama olsun.
Başka bir gün Balat’ın rengarenk sokaklarında kayboluyoruz. Cibali Kapısı’ndan giriş yapıyor, Gül Camii, Rum Ortodoks Patrikhanesi, Fener Rum Erkek Lisesi, renkli kapılar ve merdivenler derken, Balat’da mest oluyoruz. Üstüne de Barba Vasilis Rum Meyhanesi’nde hesaplı bir fiyata şahane Rum-Ermeni-Türk mezelerini yeyip, uzomuzu içiyoruz. “Hesaplı fiyat”ın özellikle altını çiziyorum, çünkü İstanbul’da beni şaşırtan bir diğer şey de turistik mekânlarda fiyatların ne kadar pahalılaştığı oluyor. Artan dolar ve mekanların Covid nedeniyle aylarca kapalı kalması nedeniyle belki bu artışı normal karşılamalıyız ama Barba Vasilis gibi halen makul sayılabilecek fiyatlara müthiş lezzet sunan yerler var işte.
Arkadaşımın İstanbul’daki son gecesini, bir Beyoğlu gezmesi ile tamamlıyoruz. Saint Antoine Kilisesi, Galatasaray Lisesi, Çiçek Pasajı arası kısa bir turdan sonra onu Ata’mın sevdiği restoranlardan biri olan Rejans’a, yeni adıyla 1924’e götürüyorum. Bolşevik Devrimi’nden kaçan Ruslar’ın kurduğu, başta Ata’mız olmak üzere, Agatha Christie, Greta Garbo, Mata Hari gibi isimlerin müdavimi olduğu mekan hem tarihi, hem lezzetli yemekleri ile aklımızı başından alıyor. Daha sonra İstiklal Caddesi’nde tramvaya el sallıyor, Pera Palas’ın içine girip tarihi asansöre bir bakıyor, Galata Kulesi’ni geçerek, benim de yıllardır gitmediğim şehrin en güzel caz kulübü Nardis’te, pandemi sonrası gerçekleşen ikinci konseri yakalayarak Dilek Sert Erdoğan’dan müthiş bir caz konseri dinlemeyi başarıyoruz. İnanamıyoruz, İstanbul’dayız, Galata Kulesi’nin dibindeyiz ve canlı caz dinliyoruz. Pandemi sonrası hayatın yavaş yavaş normale döndüğünü görmek ayrı bir heyecan oluyor. Kanadalı arkadaşım sayesinde İstanbul’un bir çember içinde yaşanamayacak kadar güzel ve egzotik olduğunu hatırlıyorum. Ama bir o kadar da yorucu... 15 günlüğüne insanın kendi şehrinde turist olabilmesi şahane bir duygu olsa da, onu yolcu eder etmez, ben çemberimin içine kaçıyorum.