Tam memlekette kazasız belasız, hastalıksız, olaysız bir tatil geçirdiğimi düşünüp, Vancouver'daki evime doğru yola çıkmaya hazırlanırken başladı orman yangınları...
Manavgat, Marmaris, Datça, Köyceğiz, Dalaman, Selimiye, Milas, Yatağan, Ören, Urla, İçmeler... Alev alev. 15 günde, 47 ilde, 238 yangın çıktı, bilindiği kadarıyla 157 bin 482 hektarlık ormanlık arazi yandı, bazı bölgeler halen yanmaya devam ediyor. Sadece ağaçlar değil, insanlar öldü, evler, tarlalar yandı, 33 bine yakın hayvan telef oldu. Ekolojik denge onarılması belki de yüz yıllar sürecek bir şekilde bozuldu.
Öte yandan yola çıkmakta olduğum Kanada'nın British Columbia eyaletinde de tarihin en sıcak günleri yaşanıyor. Özellikle Temmuz başında eyaleti vuran sıcak hava dalgasında, 800'e yakın ani ölüm yaşandı, 12 bin kadar yıldırım düşmesi sonucu, 136 orman yangını yaşandı. Hava sıcaklığının 49,6 dereceye ulaştığı Lytton kasabası 15 dakikada alevler içinde kalarak kül oldu. Halen British Columbia eyaletinde 242 orman yangını devam ediyor.
Memlekette yaşayan her duyarlı vatandaş gibi ormanlar yanarken ben de bir şeyler yapmak istiyorum. Elimden aklımın yattığı, güvendiğim birkaç kuruma bağış yapmaktan başka bir şey gelmiyor. Akademisyenler plansız, programsız afet bölgesine gidenlerin kalabalık ettiğini, faydadan çok zarara yol açtıklarını, tehlike yarattıklarını, işi uzmanlara ve sivil toplum kuruluşlarına bırakmak gerektiğini söylüyorlar. Yine etrafımdaki birçok kişi yangınlar bittikten sonra bölge halkının yaralarını sarmak ve ihtiyaçlarını karşılamak üzere yangın bölgelerini ziyaret etmeyi planlıyor. Ben de bu fikirdeyim. Ayrıca akademisyenlerin yangın bölgelerine hemen fidan dikilmemesi konusundaki uyarılarının doğru olduğunu, doğanın kendi kendini onarıcı gücü bulunduğunu, yanmış gözüken bir ağacın köklerinin hala canlı olabileceğini ve biyosistemi korumaya devam edeceğini de yangınlar başlamadan önce Susan Simard'ın “Finding the Mother Tree” kitabını okuduğum için biliyorum.
“Anne Ağacı Bulmak” kitabını, British Columbia Üniversitesi Profesörü Susan Simard'ın 20 yıl süren ve sonunda ağaçların birbirleriyle iletişim kurduğunu, birbirlerini hastalıklardan, böcek saldırılarından haberdar ettiğini, yüzlerce yıllık “Anne Ağaç”ların yavru ağaçlara bir bebek gibi bakarak bildiklerini aktardığına dair araştırmasını ve Kanada Orman Bakanlığı'nı orman yangınları konusunda uyarmak için verdiği mücadeleyi önümüzdeki yazıda anlatacağım.
Ben bu yazıda çoğumuzun hissettiği çaresizlik duygusuna ve bunun nedenlerine değinmek istiyorum. Bu gibi durumlarda galeyana gelmek yerine, okuyup, araştırarak tepki vermek gerektiğini bilen bir insan olarak niye böyle hissediyorum? Üstelik çevreye özen gösteren, çöplerini ayıran, sahillerde sigara izmariti, denizlerden naylon toplayan, plastik kullanmamaya dikkat eden biri olarak. İnsan denen ırkın bir parçası olmak mı suçum? Türkiye'de doğup büyümek mi?
Sanırım her ikisi de... Denizden naylon çıkarmayı maharet zannediyorum ama bardak bardak kahve içiyorum. O kahvelerin dünyanın bir ucundan bir ucuna transferi için kaç uçak kalkıyor, o sırada kaç canlı ölüyor bilmiyorum. Diş macunu kullanırken o macunun su yoluyla denizlere karışıp balıkları hasta edebileceği aklıma gelmiyor. Klimayı kullandığımda doğayı biraz daha ısıttım diye düşünmüyorum. Bilmeden yaptığım birçok şey zaten ekosisteme zarar veriyor ve canlıları öldürüyor. Görevim artık öğrenmek, araştırmak ve ona göre önlem almak. “Şahsım adına doğaya hiçbir zarar vermedim” diyen herkesi de günlük hayatına bir göz atmaya davet ediyorum.
İkinci konu Türkiye'de doğmam ve bu ülkenin acılarıyla büyümem. Bu artık genetik koduma işlenmiş. Son dört yıldır Türkiye'de yaşamasam da fark etmiyor. Hep diyorum genç yaşta göç edenler için durum farklı olabilir ama ileri yaşta göç edenler gittikleri yere memleketlerini taşıyor. Çaresizlik, kızgınlık, bıkkınlık duyguları derilerinin altına işlemiş oluyor ve her felakette yüzeye çıkıyor
Uçakta her iki ülkemin de yandığını düşünüyorum. Ayrılmakta olduğum ve varmakta olduğum... Ait olduğum ve artık içinde yaşadığım... Her ikisi de cayır cayır... Fakat Kanadalı arkadaşlarımın gündeminde “Orman Yangınları” yok. Kimse bizler gibi fenalık geçirip, bireysel sorumluluk almaya, kendilerini alevlere atıp yangın söndürmeye, doğru olup olmadığını bilmeden yanan alanlara yeni fidanlar ekmeye çalışmıyor. Bizim yangın yerlerine koştuğumuzu söylesek, sanatçıların kendi çabalarıyla oralardan haber aktarmaya çalıştığını anlatsak anlamazlar. “Niye?” diye sorarlar. Onlar sisteme güveniyorlar. Biz ise güvenmiyoruz. Bitti, bu kadar. Bir ülkenin Orman Bakanlığı'nın her şeyi yanlış yapması mümkün mü? Elbette doğru yapılan işler de vardır ama artık halk inanmıyor, her faaliyetin altında bir bit yeniği arıyor.
Tıpkı annemin küçükken bana anlattığı “Yalancı Çoban” öyküsündeki gibi. Hani küçük çobanın canı sıkılır, oyun olsun diye köy halkına “Yangın var, koyunlarım yanıyor.” diye bağırır ya... Çoban bu şakayı bir kez yapar, halk yardıma gelir, iki kez yapar, halk yardıma gelir, üçüncüsünde gerçekten yangın çıkar, bu sefer kimse inanmaz, yardıma gelmez, çobanın bütün koyunları yanar. O hesap. Bir hükûmet halkına karşı dürüst olmazsa, halk artık yapılan hiçbir şeye inanmaz. “Yangınları söndüremediler” diye değil, “Yangınları söndürmediler” diye düşünür. Bu düşünce de sağlıklı bir insanı bile hasta eder, canhıraş, doğru yanlış elinden geleni yapmaya sevk eder.
Orman Genel Müdürlüğü'nün 2021 bütçesi, 4.2 milyar TL ve bunun orman yangınlarına ayrılan kısmı ise 193 milyon TL. Bakan Pakdemirli Tarım ve Orman Bakanlığı'nın 51.5 milyar TL'lik bütçesini açıklarken, 2003 yılında 40 dakika olan yangına ilk müdahale süresini 12 dakikaya indirdiklerini, “27 su atar helikopter, 2 amfibik uçak, 1 insansız hava aracı, 6 idari helikopter olmak üzere toplam 2 bin 597 adet taşıt kullandıklarını, Türkiye'nin orman yangınlarıyla mücadelede, lider ülke olduğunu söylemişti.
Pakdemirli bu yangınlardan sonra ortaya çıkan yangın söndürme uçaklarının özelleştirildiği iddiasını yalanlayarak, bu iddiaları ortaya atanların halkı provoke etmek istediğini, ülke genelindeki yangınlara karşı 16 su atar uçak, 9 İHA, 51 helikopter, bir insansız hava helikopteri, 805 arazöz ve tanker, 150 iş makinesi, 5 bin 200 personel ile mücadele verildiğini açıkladı. Daha sonra bu uçakların Bakanlığa ait olmadığı, kiralandığı açıklandı. Zaten Orman Genel Müdürlüğü'nün 2020 Faaliyet Raporu'nda da bu araçların kiralandığı yazıyor. Yangınlar süresince hükümete yönelik en büyük eleştiri, yangınlara havadan müdahalede geç kalındığı, adeta ormanların yanmasına izin verildiği yönündeydi. Belli ki bundan sonra, hele de iklim krizi kapıya dayanmışken, uçak ve helikopterlerin satın alınması ve Bakanlığın filosuna katılması gerekecek.
Hükûmet yanan alanların turizme açılmasının söz konusu olmadığını söylüyor. Ama daha önce açıldığını gördük. Anne babamın yaşadığı Bodrum Güvercinlik'te 2007'de çıkan yangında Kızılçam ormanları, tarım arazileri ve zeytinlikler yanmıştı. Bu arazilerin bir kısmına lüks oteller yapıldığını bizzat gördük. Dolayısıyla halka “Turizme açılmayacak” denmesi bir şey ifade etmiyor. Üstüne TV'lere çıkılıp “Bir yangın olup da ormanlarda canlıların ölmemesi mümkün mü? Büyükbaş, küçükbaş, beyaz et... kimin ne canlısı öldüyse parasını ödeyeceğiz” deniyorsa, halk iyice deliriyor. Provokasyon olduğu doğru!
Sonra artık kafasında kendinden hunili hale gelmiş halk, yanan yerlere gidip, bu bakanlık çalışıyor mu, bu itfaiyeciler gerçekten yangını söndürüyor mu, yoksa imara filan açmak için yanmasına izin mi veriyor diye, olay yerini kontrol etmek zorunda hissediyor. İstemeden iş yavaşlatıyor, trafik yaratıyor, bazen de kaş yapacağım derken göz çıkartıyor, kendini ve çevresindekileri tehlikeye atıyor.
“Offf! Of!” çekiyorum uçakta... Şöyle en seslisinden. Deveye “Boynun neden eğri?” diye sormuşlar. “Nerem doğru ki...” demiş. Şu yaşanılanlarda doğru hiçbir şey yok ki.
Vancouver uçağından iniyorum. Burnumda uzaklardan gelen bir yanık kokusu. Gri dumanlı gökyüzünün altında güneş kendini gösteriyor. En azından burada insanlar mutlu, yüzleri gülüyor, kendilerini her gün memleketin başka bir derdiyle mücadele etmek zorunda hissetmiyorlar.