Haftanın yoğun gündeminden dolayı, bu yazının konusunu belirlemem epey zor oldu. 8 Mart günü Taksim’de yaşananlar, polisin tavrı, sokağa çıkan kadınlar için söylenen aşağılayıcı sözlerden sonra yazımın konusuna karar vermiştim. Bize sağlam bir insan hakları eğitiminin gerekli olduğundan dem vuracaktım.
Çok geçmeden ezanın protesto edildiği konusu gündeme oturdu. Fikrimi değiştirdim: Eleştirel düşünme becerileri. Her duyduğuna, okuduğuna inanmamalı, bunu öğretebilmeliyiz çocuklarımıza.
Ardından Yeni Zelanda Katliamı ve bizdeki ırkçı yansımaları. Bir karikatür dergisinin katliamla ilgili çizdiği, kocaman bir silah. Silahın namlusunun ucunda “1915” yazıyor! Hayır, ben yine ırkçılığı yazmalıydım ve militarizmi.
Aynı gün TÜGVA’dan 8 Mart protestosu, “Ezan, bizim için Roma’nın, New York’un, Pekin’in Tokyo’nun, Moskova’nın, Berlin’in Paris’in ve yarım kalan hesabımız olan Viyana’nı fethine niyet tazelemektedir” açıklaması geldi.
Evet, evet tarih eğitimi. Ne de olsa bir tarih öğretmeniydim, barışçı bir tarih eğitimi veremiyor oluşumuzun nedenleri ve yaşadığımız ve yaşayabileceğimiz sonuçlarını yazmalıydım.
Sonuçta kucağımda bir yığın konu, boğazımda bir yumru ile kalakaldım.
Sonra şöyle düşündüm: Bu koca koca ve ağır meselelere eğitimin penceresinden bakmak, çözüm yolları aramak çok önemli. Belki bu bazılarına fazlaca iyimser bir yaklaşım gibi gelebilir ama eğitime baktığımızda sadece “okula” bakmadığımızı akılda tutarak işe başlarsak, o kara bulutlar da yavaş yavaş dağılır.
Joel Spring, “Özgür Eğitim” isimli kitabında eğitime radikal eleştiri konusunda çok önemli bakış açıları sunar ve bu eleştirileri ortaya koyanların sadece okula değil, devlete, aileye, çocuk yetiştirme biçimlerine de dokunduğunun altını çizer. Kilisenin yerini alan okulun endüstriyel toplumun ortaya çıkışıyla sorgulamadan itaat eden bireyi, hem devlet otoritesi hem sanayinin hizmetine hazırladığını vurgular. Mevcut düzende okul yapısının bireyi kendini gerçekleştirmekten uzaklaştırdığını, yok saydığını, onu küçük bir alana sıkıştırarak yeteneklerinin farkında olmayan, kendinden habersiz bir “nesneye” dönüştürdüğünü söyler.
Eğitim tartışmalarındaki gerçek anlaşmazlıkların eğitim tekniklerinden ibaret olmadığına, toplumsal değişimin doğasıyla ilgili olduğuna değinen Spring, toplumun bir makine görevi gördüğü inancı üzerine kurulan mevcut sistemde çocuğun da nesneleştirildiğini vurgular. Okullarda biçimlendirilen, testlerle ayıklanan çocuklar toplumda uygun görüldükleri yerlere yerleştirilir.
Daha yaşanır bir dünya için okulu kırmak!
Spring’in düşüncelerinin tazeliği, sistemi sorgulamadan eğitimi sorgulamanın yetersizliğini ve formel eğitimin ötesine geçebildiğimiz derecede ilerleyebileceğimizi düşündürttü bana…
Yanlış anlamayın, bu bir “her şeyi okuldan beklemeyin” yazısı değil ama evet her şeyi okuldan beklememenin de güzel sonuçları oluyor. Bakın dünyanın dört bir yanında çocuklar iklim değişikliği için sokaklara döküldüler. Okulu kırıp sokağa çıkarak ilham oldular bize. Biz toplantılar, konferanslar yapaduralım, çocuklar geleceğe dair sorumluluk alma noktasında bizi geride bıraktılar. Daha yaşanabilir bir dünya için!
Edgar Morin’in kaleme aldığı “Geleceğin Eğitimi İçin Yedi Bilgi” isimli kitabına Ionna Kuçuradi harika bir sunuş yazısı yazmış. Şöyle diyor: “20. Yüzyılda eğitimde denenen değişikliklerin, dünyamızın daha yaşanabilir bir dünya kılınmasına katkıda bulunduğu pek söylenemez. Köktendinci akımların yayılması, terörizmin bir dünya problemi haline gelmesi, yoksullar ile zenginler ve yoksul ülkeler ile zengin ülkeler arasındaki uçurumun gitgide genişlemesi, bu konuda mesafe alamadığımızın belli başlı göstergeleri olsa gerek. Yaygın düşünme biçimlerinin değişmesi -kafaların değişmesi- süregelen bir ihtiyaç olarak karşımıza çıkıyor.”
Sahi eğitim dünyayı daha yaşanabilir bir yer haline getirebilir mi? Morin bu soruya eğitimde temel alınması gereken yedi bilgi saptayarak cevap vermeye çalışmış.
Kitapta detaylarını bulabileceğiniz bu yedi bilginin bendeki özeti eleştirel düşünmeyi bilen ve
evrensel etik değerleri kazanmış bireylerin yetiştirilmesi gerektiği. Bu bilgilerden hareketle, yazının girişindeki konulara tekrar dönmek istiyorum. İnsan hakları, eleştirel düşünme, ırkçılık, barışçıl tarih eğitimi. Bunların hiçbirinin eğitiminde başarılı değiliz.
Neden mi? Türk-İslam sentezine sıkı sıkıya bağlı bir anlatısı olan tarih eğitimimiz, bir türlü hangi sınıf seviyesine konulacağına karar verilemeyen, sırasıyla 8. Sınıf, 7. Sınıfa konulan, daha sonra kaldırılıp Sosyal Bilgiler dersi müfredatına yedirilen, bir süre sonrada 5. Sınıfta karar kılınan Vatandaşlık ve İnsan Hakları dersimiz, bir lise öğrencisinin dört yıllık eğitimi boyunca sadece bir kere (o da seçerse) bir saatlik Demokrasi ve İnsan Hakları dersimiz, düşünmeyi öğreteceği iddiasında olunsa da ezberci sınavlarımız, Sosyal Bilimler alanının “tembel” öğrenci alanı olarak görülmesi, sanat derslerinin “boş ders” olarak algılanması ve daha nice yetersizliğimiz bu sorunun cevabı.
Peki umut var mı? Her zaman! Eğitimciysek sınırları zorlayacağız, evrensel değerleri öğretmekten vazgeçmeyeceğiz. Öğrencilerimizin aklına ve vicdanına güvenmeye devam edeceğiz. Ebeveynsek çocuklarımıza sorumluluğu, insan haklarını, ırkçılığı ısrarla anlatacağız.
Çocuğumuzun ne kadar matematik, fen, yabancı dil öğrendiği kadar, tarihi, felsefeyi, edebiyatı, sanatı öğrenmesini de dert edeceğiz mesela. Nasıl öğrendiğini de! Sivil toplumda çalışacağız. Bir araya gelecek, konuşacak, paylaşacağız.
Bizim Viyana’yla yarım kalan bir hesabımız yok, yarım kalan tek hesabımız demokrasiyle. Ölüme karşı yaşamı savunmayı öğreteceğiz, bir bebekten katil yaratan karanlığa teslim etmeyeceğiz çocuklarımızı.