Nisan ayı başlarında ABD Başkanı Obama İran devlet yetkilileri ile yürüttükleri müzakerelerde, yeni ve tarihsel önemi olan bir uzlaşmaya vardıklarını açıkladı. Buna göre İran, yaptığı uranyum zenginleştirmesini nükleer silah yapmaya yetmeyecek düzeye indirmeyi vadetti. Bu uzlaşmayı ilk duyduğumda, bunun kesinlikle iyi siyasetin bir örneği olduğunu düşündüm. İyi siyaset, savaşları önlemeye, bu tür müzakerelerden tarihsel uzlaşmalar çıkartabilmeye dair bir olgu. Siyasal liderlerden de sonuçta bunu yapmaları bekleniyor. Tarihte savaşlara varan süreçler, son kertede siyasetin başarısızlığına işaret ediyor. Aslında hiçbir savaş kaçınılmaz değil… Savaşları kaçınılmaz olarak analiz etmek biraz da siyasetçilerin karar süreçlerindeki rollerini, becerilerini önemsiz olarak göstermeye yol açıyor. Oysa unutmamak gerekiyor ki savaşlara giden yolların taşlarını siyasal liderler döşüyorlar. Belki de uzlaşmakta daha ısrarcı olarak önleyebilecekleri savaşların fitilini, verdikleri kararlar ile siyasal liderler yakabiliyorlar.
Bütün bunları, yeni bitirdiğim ve Birinci Dünya Savaşı’nda zorunlu olarak cepheye gitmek ve savaşmak zorunda kalmış olan Macar bir ressamın anılarını okurken düşünmeye başladım. Burning of the World isimli anıları, New York Review Books tarafından 2014 sonunda yayınlanan Bela Zombory-Moldovan’ın yaşamı, cepheye gittikten sonra öylesine büyük bir sarsıntı geçiriyor ki, insan ister istemez savaşın kaçınılmazlığı tezlerine ne denli çabuk teslim olduğumuz üzerine düşünmeye başlıyor.
Tarihte gerçekleşen savaşlar ve bu savaşlar ile birlikte ortaya çıkan trajediler gerçekten kaçınılmaz olarak izah edilebilir mi? Bugünlerde yüzüncü yıldönümünde hatırlamaya ve yüzleşmeye çalıştığımız Ermeni Soykırımı’na, Türkiye’de birçok kişinin “savaş koşullarında karşılıklı katliamlar yapılmış” diyerek ve konuyu adeta normalize edercesine yaklaştıklarını gözlemlemek mümkün. Hatta belki de katliamları akla uyduran bu yaklaşım, son dönemde, Cumhuriyet tarihi boyunca egemen olmuş olan inkârcı söylemin yerini almış durumda… Öyle ki, konu ile ilgili benim çok önemsediğim bir tartışma, geçen yıl yazar Ayşe Kulin’in bir televizyon programında söylediği sözler etrafında ortaya çıkan tartışmada gizliydi. Bu tartışmanın özetini, dileyenler T24’de yayınlanan yazıdan öğrenebilir. Bana göre bu tartışma, samimi ve saygıdeğer bir şekilde gelişti; yaygın bir düşünme biçimini ve bunun sorunlarını göstermesi bakımından da çok önemliydi. Ayşe Kulin, sözleri üzerine aldığı eleştirilere canlı yayın yerine ustası olduğu ve elbette kendisini daha iyi ifade edebildiği yazı ortamında yanıt verdi. Bu yanıtında samimi bir özür de vardı. Şöyle demişti: “Ben canlı yayının ardarda gelen sorularının stresi içinde, devamı ağzıma tıkılan cümlemin gerisini de getiremeden, evet, yanlış bir şey söyledim. Maksadım bana atfedilen, ‘Ermeniler hak ettikleri için kesildiler’ demek asla değildi. Bunu söylemeyeceğimi, böyle düşünmeyeceğimi beni tanıyan veya kitaplarımı okuyanlar bilir. Benim ifade etmek istediğim şuydu, ‘Bu ülkede Ermenilere yapılanlar, Hitler’in Yahudilere yaptığından farklı idi. Ermeniler ve Türkler korkunç bir savaşın içinde, birbirleri ile savaşarak öldüler. Savaşlar korkunçtur. Her savaş bir kıyımdır, aslında.’ Ben Türklere düşen hata payı için, utanç ve üzüntü duyuyorum. Acılarınızı tüm kalbimle paylaşıyorum.”
Bu samimi yanıta, Agos gazetesi yazarı Karin Karakaşlı, benim de paylaştığım ve bu yazıda öne çıkarmak istediğim bir noktayı vurgulayarak, şöyle karşılık vermişti: “Yaşatılmış toplu bir acıyı diğeri ile mukayeseli ele almanın ya da savaş koşullarını vahşete gerekçe göstermenin kendisinde beni çok yaralayan bir yan var. Ermeniler ve Türkler korkunç bir savaşın içinde, birbirleri ile savaşarak ölmediler. Bu toprakların en eski halklarından biri olan Ermeniler, savaş koşulları gerekçe gösterilerek kökünden kazındı. Malını, mülkünü, kilisesini, okulunu, manastırını, bağını, bostanını, dükkânını bıraktı ve vardırmayan yollarda can verdi. Bitimsiz yollar var, son istikameti olmadığı için biz onlara ölüm yolu diyoruz. O yollarda çoğu mezarsız kemik yığınları olarak doğaya karıştı. Ruhları da bugün halen şâd olmak için hakikatin özlemi içinde.”
Burada bir bölümünü aktardığım tartışma bana göre çok önemliydi. Agos gazetesi de tartışmayı baş sayfadan “1915’e dair sahici bir diyalog” başlığı ile vermişti. Bir katliamı savaş koşullarının kaçınılmaz sonucu olarak ele almak, son kertede onu akla uydurmaya işaret ediyor. Oysa, son kertede savaşların da, katliamların da arkasında karar verenler var. Böyle bir yaklaşım, karar verenlerin sorumluluktan kurtulmasını sağlıyor. Her savaş ve her katliam, ‘”trafik canavarı” gibi bizim dışımızda bir olgunun sonucu olarak değil, insan eliye, siyasal liderlerin kararları ile ortaya çıkıyor. Elbette ortaya çıktıktan sonra, olayların zıvanadan çıkması, yaşanan yağma ve katliam ortamından kendisine yarar sağlayanların ortaya çıkması insana “kaçınılmaz” görünebilir ancak orada da bir saniye içinde verilmiş bile olsa insanların verdiği kararlar var.
Tarihte, liderlerin karar süreclerinin en iyi analizlerinden birini Margaret MacMillan Birinci Dünya Savaşı öncesine ilişkin detaylı çalışması, Paris 1919: Six Months That Changed the World (Random House, 2003) başlıklı kitabında yapılıyor. Karar mekanizmalarını, kararlara giden süreçleri incelemek, tarihte bazı gelişmelerin kaçınılmazlığına yapılan vurgunun yerine geçen farklı bir tarihçiliğin göstergesi. Yani savaş bunu gerektiriyordu yerine, şu liderler detayları verilen bir süreçte şöyle kararlar aldılar diyebilen bir tarihçilik. Tarihi yapanın insanlar olduğunu bize hatırlatan bir tarihçilik… Son kertede kaçınılmazlık yaklaşımına belki de en fazla düşen Karl Marx bile tarihi insanların (aslında erkekler demişti elbette) yaptığını söylemişti; her ne kadar cümlesine “ancak kendi belirledikleri koşullarda değil” ifadesini eklemişse de…
Ben açıkçası, kendimi insanı daha fazla tarihin aktörü yapan, onu sorumlu kılan, tarihte çok az şeyin kaçınılmaz olabileceğini düşünen bir yaklaşıma yakın hissediyorum. İnsanlar önlerinde gerçekleşmekte olan katliam ve yağmanın parçası olmaya bir noktada karar verebildikleri gibi bunu yapmamaya da karar verebilirler. İşte ben konuyu “kaçınılmaz” diye geçiştirmek yerine, o karar anına getirmek istiyorum. Ne oluyor, nasıl oluyor da bu kararlar güruha ve kötülüğe katılmak ya da katılmamak şeklinde veriliyor?
Bela Zombory-Moldovan isimli Macar ressamın torunu tarafından yayınlanan anılarında bu sorulara cevaplar bulabildiğimi düşündüm. Bela, savaşın başladığını ve askere gitmesi gerektiği bilgisini aldığında, Adriyatik kıyılarında, Novi Vindolski kumsalında sanatçı dostları ile birlikte tatil yapıyor. Haberin yaygınlaşması ile nasıl bir gün önce beraber eğlenen, Çeklerin, Sırpların, ve Hırvatların kendi köşelerine çekilip birbirleri ile anadillerinde konuşmaya başladıklarını farkediyor. Evet, savaş farklılıklar ile beraber yaşamanın sonuna, köprülerin yakılmasına ve herkesin kendi milliyetinden olanların yanına çekilmesine işaret ediyor…Bela’nın anılarında cepheye yaptığı seyahat, cephede yaşadıkları, kafasından yaralandıktan sonra her yeri kan içinde olarak Budapeşte’ye yaptığı dönüş yolculuğu, babasının onu tren istasyonunda karşıladığı anda kalabalığın içinde yaşadıkları sessizlik ve sonrasında ruhunu hiçbir zaman terketmeyen büyük bir travmanın izlerini sürmek mümkün. Bela’nın anılarını başka savaş anılarından ayıran en önemli özellik asker olmayı asla yüceleştirmemesi. Daha en baştan savaş karşıtı olan bir adamın katılmaya mecbur tutulduğu bir savaşa dair anılar bunlar…
Bela, etrafındaki insanlar arasında savaş dinamiklerinden ulusal kahramanlık söylemi üretenlere rastladıkça onlar gibi olamadığı için neredeyse hayıflanıyor. Savaş yolu ile kendi mensubu olduğu ulusun diğer uluslara dersini vereceğine inananlara ve bu çabayı coşku ile destekleyenlere bakınca neredeyse böyle düşünebildikleri için onların “şanslı” olduklarını düşünüyor. Şöyle diyor: “Farkettim ki bir insan ne kadar dar görüşlü ise bu karmaşada o kadar rahatlıkla kendisine yer bulabiliyor.” Bela’nın düşüncelerini okurken, aklıma Nazi dönemi tanıklarından birisinin ITV Ingiliz televizyonunun yaptığı The World at War isimli belgeselde izlediğim ifadeleri geldi. Bu tanık bir Nazi parti mitinginde kendisinden geçmiş coşkulu kalabalığa bakarken şöyle diyordu: “Bir an kendimi öylesine yalnız hissettim ki…eğer bir yolunu bulup kendimi o coşkulu kalabalığın içine atabilseydim, herşey ne kadar kolay olacaktı.” Bu tanık da aklını, aynen Bela gibi kitle ruhuna teslim edemiyordu…İşte bu çok önemliydi. Kendi düşünceni kullanma cesaretini yitirmemek, düşünceni kitle ruhuna teslim etmemek, her zaman her koşulda eleştirel kalabilmek…sanıyorum özenle savunulması, anlatılması ve yaşatılması gereken en önemli insan özelliği bu. Immanuel Kant’ın Aydınlanma’yı anlatırken kullandığı Sapere Aude ifadesi tam da bu özelliği anlatıyor.
Akademi aklını başkasına teslim etmeme yeridir elbette, ve benim de bunun üzerine titremem anlaşılabilir bir durum ama bu özelliğin yaygın olması çok önemli diye düşünüyorum. Eleştirel düşünce, savaşların ve soykırımların önüne dikilebilecek en önemli engel. Herkes yaparken, ben yapmayacağım diyebilmek… Kitlelerin acımasızlığına direnebilmek için sadece eleştirel düşünce değil cesaret de gerekiyor. Tarih bilincinin önemi işte burada yatıyor. T24 için daha önce yazdığım “Geleceği Hatırlamak” başlıklı yazıda tarihteki soykırımları, travmaları neden hatırlamalı sorusuna cevap vermeye çalışmıştım. Burada ise bu cevaplara ek olarak tarih bilincinin bize kazandırabileceklerini vurgulamak istiyorum.
Margaret MacMillan, Dangerous Games: The Uses and Abuses of History (Random House, 2009) başlıklı kitabının Sonuç bölümünde şöyle diyor: “ Tevazu geçmişten bugün için çıkarabileceğimiz en önemli ders…Eğer tarih çalışmak bize tevazu, eleştirellik ve kendimizin farkında olmayı öğretmenin ötesine geçmiyorsa, o zaman yararlı birşey yapmış demektir.” Sonuç olarak, tarih öğrenmenin bize kazandırabileceği özellikler, hükmedici bir yaklaşım ve ulusal bir kibir olmak zorunda değil. Tarih bilinci ve özellikle de geçmişteki travmalar ile yüzleşmek, bize ulusal bir vatandaş olmanın ötesinde, dünyalılık, tevazu ve eleştirel düşünce kazandırabilir. Tarihle yüzleşmenin getirebileceği tevazu ve eleştirelliğin, ileride ortaya çıkabilecek savaş ve katliamların önündeki en önemli engel olduğunu düşünüyorum. Tarihteki hiçbir trajedi kaçınılmaz değil…Yeter ki kitle ruhuna teslim olmanın karşısına dikilebilecek insani özellikleri yaşatalım, cesaretlendirelim…