Güç nasıl oluşuyor? Bir kez oluşunca da yaşamın yapıcı öznelerini teker teker yok etmek için mekanizmasını kurarak nasıl işliyor? İşte, tam da bu sorulmaya başlandığında, onu daha başından farkedip önüne geçemediğimiz için iş işten de geçmiş oluyor. Zira kolaylıkla kıyıcılığa dönüşecek olan güç, yollarda birikiyor.
İkili bir yapısı var gücün. Bir tarafı oldukça masum ve çıplak. Takdir edilmek, değer görmek, farklı olmak... gibi varoluşsal çeperlerden beslenip yoluna devam ederken sapacağı çıkmazları hesap edemiyor ya da bile bile sapıyor. Ama asıl mesele yoldayken başlıyor. Bu yolda herkes onu elde edemese de epeyce içselleştiriyor. Süreç çok uzun değil aslında, ona sahip olanlar ve olmayanların kısa sürede belirgin hale gelmesi de... Bu kısa mesafenin ardında yapının çoktan kurulu olması konusu belki de en temel mesele olarak karşımızda duruyor.
Herkesin –niye?-gücün peşinde olmasının nedenlerini sıralamaya kalktığımızda, varoluşsal felsefeden başlayıp, Marx’ta durmamız gerekebilir. Güç isteğinin insan yapısının temel özelliklerinden biri olduğunu söyleyenler olacaktır. Ancak, buradan da bir çıkış var. Zira insan, ne biri ne de öteki. İyilik-kötülük, aydınlık-karanlık... bütün bunlar bünyesinde mevcut. Daha açık bir deyişle, insan gölgeleriyle varlık gösteriyor.
Hüseyin Kıran, romanında (Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor), bütün bu soruları önceden yanıtlayıp, -aslında- sorunun özüne odaklanıyor. Buradan hareketle yazarın, güç sorgulamalarında kendi duruşumuzu test etme olanağı sunduğunu da söylemek mümkün. Bu sorgulamaları yaparken, ne kadar samimi olup olmadığımız bir yana; onu ele geçirme ihtimalinde bile nasıl davranacağımız konusu -temel mesele olarak-Kıran’ın metninin ana temasını oluşturuyor. Üstelik çoğumuz bundan (güç mekanizmasından) yoksun olduğumuz için ne desek boş. Zira kendimiz de bilmiyoruz -o güç- biz de olduğunda ne(ler) yapacağımızı.
Çok uzaklara gitmeyip ilişkilerimize bakmak biraz acımasız olabilir. Ama zorba bir güce karşı bir araya gelişlerimizde, -karşı olduğumuz şeyin -ironisini yaparcasına- onu nasıl inşa ettiğimiz konusunda fazla örneğe sahibiz. Metne gelince, uzak bir zamanda kuruluyor. Olay ise, küçük ceza memuru El Yakup’a, efendileri tarafından elçilik görevi verilmesiyle başlıyor. Böylelikle memur El Yakup için uzun bir yol da başlamış oluyor. Peki, bu yolda El Yakup nasıl bir değişim gösteriyor? Efendileri, Ey Yakup’un eline bir ferman veriyor ve onu ilgili yere götürmesini istiyor. Tek yetkili olarak fermanla ilgili görevlendirilen El Yakup, tahmin edileceği gibi çok hızlı yer değiştiriyor. Yol boyunca o küçük memur, kolaylıkla bir tirana dönüşmekte hiç de güçlük çekmiyor. Tabii öncelikle iç dünyasında...
Kibir, üstünlük, küçümseme...
El Yakup, elinde ferman, bilmediği yerlerde yol alırken; kibirden patlayacak hale geliyor. Dağ köylerinde kendi halinde yaşayan topluluklarla karşılaştığında onları küçümseyip yönetmeye kalkacak kadar haddini aşan El Yakup, kendini her şeyden, herkesten üstün görerek güç tasfirinin parçalarını da yerli yerine oturtmuş oluyor. “Kendimi atımın üstünde ordumu ovanın eski ama eskidiğini bilmeyen efendilerin üzerine yürürken gördüm. Defter Zabiti Beyefendi’yi bana rapor verirken izlemek hoş olacak. Başkı bazı efendiler kesilmiş kelleriyle mahkeme meydanını süsleyecek diri ve kazıklı kelleler bunlar. Halkıma, eğlenmesi için devlet deposunda bulunan şarabı, tahılı, hayvanların etini sunacak ve havaya naralar atacağım. Elbette depoları yeniden doldurmak için çok çalışmaları gerekecek... İnsanlarım neden bu mükemmel ülkede, muhteşem ben efendinin hükmünde yaşamayı reddetti? Yakupistan adındaki bu muhteşem taht ülke toprakları hayvan beslemeye müsait, bitkileri bol ve gür, suları serin ve akışkan, havası diri ve taze, tilkisi sinsi ve dik, efendisi haşin ve adil...”
Bekçi Murtaza’dan, El Yakup’a...
El Yakup karakterinin, Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sından izler taşıdığını söylemek doğru olacak. Kendilerine verilen büyüklü-küçüklü yetkilerle güç mekanizmasının küçük parçaları olan Murtazalar’ın, El Yakup’a verilen görevin hayali peşinde dolaştıklarını da. Kıran’ın küçük memuruna gelince, Murtazalar’dan biri aslında. Yazar da, bunlardan bir tanesine özel bir görev vererek süreci takibe alıyor. Böylelikle de, mercek altına aldığı ‘görevlinin’ evrenin tek hakimi olmak gibi aşırı ego patlamalarına götüren dürtülerini ustalıkla açık ediyor. Toplum olarak bu dürtülerin ne demek olduğunu yönetilme biçimimizden zaten biliyoruz. Ancak dikkat! Bu asıl gerçeği ıskalamak (da) olabilir. Yaşadığımız atmosferde herkesin içinde bir El Yakup olmadığını söyleyemeyeceğimizden, metinde kurulan uzak zaman, şimdiki reel zamanla –kolaylıkla- iç içe geçebiliyor.
Murtazalar, El Yakuplar görev adına yola koyulduklarında, nelerin yaşanıp-yaşatıldığına dair gereğinden fazla bilgiye sahibiz. Ancak tiranlığın, güçten kaynaklı despotluğun mayalandığı yerler, söz konusu rollerle sınırlanacak kadar basit değil. Aslında sorun dönüp dolaşıp yine bizde düğümleniyor gibi gözüküyor. Zira elimize yetki ve güç verildiğinde; alacağımız tutum ve süreç içinde göstereceğimiz değişimin yönünün ne doğrultuda olacağı önemli. Bu aynı zamanda metnin de leitmotivi. Tıpkı günlük yaşamımızdaki tekrarlar gibi...
HÜSEYİN KIRAN
Dağ Yolunda Karanlık Birikiyor
Sel Yay. 2016. S, 96