Biz kapitalizmi de, faşizmi de, onunla baş etmeyi de yanlış ve eksik öğrenmişiz. Bu yüzden umutsuz ve karamsarız. Karamsarız zira ana soruna yönelik tanımlamayı doğru yapamıyoruz ve bu da çözüme giden yolları karmaşık kılıyor. Çözüme gelince, böyle bir şey yok! Ama bütün süreçlerin bir sonu olduğuna dair kesin bir gerçeklik var. Yalnız, toplumsal durumların, sosyal, ekonomik yapıların dönüştürülmesine yönelik bir reçete yok! Hadi böyle bir reçete yazıldı diyelim (hep yazılıyor zaten), uygulanmaya başlandığında trajedileri de beraberinde getiriyor. Şurası bir gerçek ki, biz direndikçe kapitalizm de "Direnişi kaparak" bizi kendi saflarına çekiyor.
"İktidar ve direniş aynı madalyonun iki yüzüdür" diyor, Brian Massuimi. Direniş derken; ona kurallar koyup, çerçevelendirildiğinde başlıyor sorun. Direniş, "Önceden hazırlanmış bir politik programa veya çoktan yapılandırılmış olan ahlaki kaidelere dayanarak, emir kipinde" işlemediği gibi "Kurulu ilkelere başvurarak (da) kendini" meşrulaştıramıyor.
İyicil, yararlı, güzel olan ne varsa zorunluluk, gereklilik şeklinde dayatmayla çerçevelendiği andan itibaren çağrıştırdıklarının dışına çıkıyor. Tabii bundan direniş de azade değil. Zira "Direnişin olması gerekenleri yoktur." Sorun şu ki, "Gereklilik" koşullanması işin içine girdiği andan itibaren "Daha üst bir düzene ait bir emre" dönüşerek, köleliği de beraberinde getiriyor. Şöyle diyor Massumi:
"Gerekli demek, soyut bir ilkeye köleliğimizi icra etmek, bu ilkeyi başkalarına da dışarıdan ve yukarıdan dayatmamızı meşrulaştırmaktadır. Bu bir iktidar hamlesidir. Bu haliyle tahakküm tohumları taşır -belki yeni bir tahakküm düzeninin, ama ne olursa olsun bir tahakkümün tohumlarını. Özgürlük de, tıpkı baskı gibi ya arzulanır ya arzulanır. Bir gereklilik olmadığı gibi, dayatılamaz da. Aşılanamaz. Ya arzulanır ya da bir hiçtir."
Bir çıkışı, bir hareketi, bir umudu çerçevelemek; onu kurallarla, ilkelerle katılaştırmak olanaklı olanın önünü keserken, katılaşmayı da beraberinde getiriyor. Üstelik "Katı olan her şey" buharlaşırken. Ama kapitalizm değil. Kapitalizmin buharlaşmaya hiç niyeti yok gibi gözüküyor; çünkü o, yaşamın akışkanlığından, bizim çıkışlarımızdan besleniyor. Zira tümüyle yaşama içkin olmuş durumda.
Sorun şu ki, biz kapitalizmle birlikte şekilleniyoruz o da bize öğretildiği gibi değil; yani "Bir yapı değil." Dolayısıyla da hayatlarımız üzerinde söz sahibi olacak kadar bir ağırlığımızın olmamasının onun bir yapı oluşuyla alakası yok. Ama aksine, "Yapı olamayacak kadar değişken" olduğundan "Akışkan bir şekilde kendi kendini" örgütlüyor. Ona "Sistem" dememiz bile daha başından çıkışsızlığa teslim olmak anlamına geliyor.
Bir düşmansa eğer, düşmanı tanımamak kadar büyük bir talihsizlik olabilir mi!? Ne yazık düşman bizim bağrımızda besleniyor:
"Kapitalizm, toplumla eş-uzamlı açık bir sistemdir. Kendi kendini o kadar dinamik bir şekilde modüle eder ki, ona 'Yapı' veya 'Sistem' yerine 'Süreç' demek çok daha uygun olur. Yaşam alanına içkin bir konumdan, kendi kendini modüle eder, kendi kendini genişletir. Çıplak etkinliğin belirme alanını kendi faaliyetleriyle gere besleyerek, bu alanla öyle bütünleşir ki sonunda ona içkin hale gelir. Kapitalist ilişki potansiyel olarak her yerdedir. Dünyanın en uzak köşesinden tutun da ruhun en gizli derinliklerine kadar, herhangi bir yerde yapılmış herhangi bir hareket kapitalist kapma karşısında tamamen savunmasızdır."
Kapitalizmin bir kaçış hareketi olduğunu söylüyor Massumi. Ama kendi kendini yeniden icat edebilmek için yapıyor bunu. Kendini "durmaksızın krize sürüklemesinde" yenilenme yollarını bulma çabası var ki, "Direnişin pek çok özelliğini" de bünyesine katıyor.
Kapitalizmin varlığını duygulanımsal süreçler yoluyla sağlamlaştırması ise çok önemli. Gerçeği boş yere uzaklarda aramayalım! Zira bir "Ontogüç"le karşı karşıyayız. Bu ontogüçle ne yapacağımızı, onunla nasıl savaşacağımızı ise sahiden de hiç bilmiyoruz. "Aynı olaylarla dolup taşan, aynı savaş alanında" iki ayrı yüz gibiyiz. "Kapitalist sürecin dışarısı yok"sa eğer, onun dışında konumlanarak bir eleştiride bulunmanın da bir anlamı yok.
Sonuç olarak, duygulanımsal süreçlerimizle inşa ediliyoruz. Katı olan buharlaştığına göre, akışkan yerin tek adresinin duygulanımsal süreçler olduğunu söylemek yerinde olur. Zaten kapitalizm de "Rasyonel olduğunu iddia etme zahmetine" -bile- girmeye gerek görmediği gibi; "Kendi kaçınılmazlığının duygulanımsal gerçeğini" yarattığı için memnuniyetini gizlemiyor.
Zaten sıcağı sıcağına yaşadığımız süreç tüm bunları kanıtlar nitelikte. Trump başta olmak üzere, küresel kapitalizm temsilcilerinin abuk-subuk bulduğumuz davranış ve sözlerini bunun küçük bir örneği olarak sunmakta yarar var.