Bütün Suruç halkı, dükkanlar, işyerleri, yollarda seyreden araçlar, at arabaları, köpekler durmuş Kobane’nin başladığı sınır hattına bakıyor. Sınırın başladığı yerin biraz arkasından top, mermi sesleri geliyor, seslerin geldiği yerden bazen dumanlar yükseliyor. “Bizimkiler IŞİD’i vurdu” diyor sınırın başladığı yerden gözlerini ayırmayanlar. Bazı mermi ve top seslerine ise hiçbir sözcük sarf edilmiyor. Sınırdan gelen seslerden hangi tarafın yenilgiye uğradığıyla ilgili sanki bakanların kulaklarına biri/ birileri orada neler olduğunun bilgisini fısıldıyor.
Suruç ve çevresinde yaşayanların sayısı -yaklaşık bir aydır- üç-dört katına ulaşmış bulunurken, söz konusu nüfusun sayısını kat be kat aşan kaygı ve bekleyiş de kendini sabitleyerek hiç geçmeyecek bir salgın hastalık gibi havada asılı kalmış bekliyor. Bütün boş alanlar, bahçe duvarlarının dipleri, sokak kaldırımları, terk edilmiş mekanlar; yerlerini Kobane’nin erkeklerine, kadınlarına ama ille de çocuklarına bırakmış. Onların da kulakları, gözleri sınırdaki en ufak kıpırdanmaya dikkat kesmiş. Canlı-cansız ne varsa, kim varsa durmuş tek bir yöne, tek bir doğrultuya bakıyor. “Kobane düşecek mi, düşmeyecek mi?” -Bu ikilem çoktan terk edilmiş demeyelim de- hiçbir zaman başat hale gelecek ölçüde güçlü olmamış. Sınırı bakışlarıyla gözlem altına alanların üzerinde ısrarla durdukları tek gerçek ise “Kobane düşmeyecek!”
Bu yüzden olsa gerek, Kobane sınır hattında kuş uçsa haberleri oluyor. Binlerce göz, binlerce ağaç, taşlar, sınıra doğru bakan ne varsa, orada olup bitenleri kayıt altına alıyor. İşte sadece bu yüzden sınır hattında konuşlanmış asker ve polislerin ne yaptığını, nasıl hareket ettiklerini, kimlere yardım edip etmediklerini (IŞİD, YPG) rahatlıkla anlayabiliyorlar.
Sınır boyları kalabalık. -Ağırlığı bölge insanı oluştursa da- Türkiye’nin dört bir yanından gelen en insan, Kobane’nin karşı tarafında gece gündüz bekliyor. Her yaştan erkeğin fırsat bulduğu anda Kobane’ye geçmesi an meselesi. Adeta kuş olup oraya uçacakmışçasına öylece çömelmiş halde kalanlar var. Otuz günlere yaklaşan süre boyunca -olanaksız savaş teçhizatlarına rağmen- Kobane’nin düşmemesini -bütün bedenlerini YPG gerillalarına güç katmak için sınıra yatırmış bekleyen- bu insanların varlığına bağlamak hiç abartı olmaz gibi geliyor insana. Acaba insanlık kendini bu sınır boylarında sınayıp, temize mi çekiyor? diye de düşünmeden edemiyor. Hayatın her alanına sızan güç, rekabet, hırs, düşmanlık, sevgisizlik.. bu sınır boylarında barınamıyor. Cesaret, onur… gibi insanlığı yücelten tüm değerler buralarda gündüzü geceye, geceyi sabaha devrediyor. Sıcak yataklarını, sabah, öğle, akşam yemeklerini bırakıp Kobane’nin karşı tarafında beklemek kesmiyor insanları. “Koridor açılsın kardeşlerimizin, yoldaşlarımızın yanına gidip onlara omuz verelim” diyorlar. Orta yaşlı Kıymet hanım da gitmek, oğlunun yanında onunla IŞİD’e karşı savaşmak istiyor.
Mersin’den gelmiş. Yirmi dört gündür Kobane’den gelen sesleri dinliyor. Haber göndermiş birileriyle “söyleyin oğluma annen burada, karşıdan seni izliyor deyin” demiş. Beş çocuk annesi olan Kıymet hanım, Mersin’de işe gece dörtte gidip, sabah onda geliyormuş eve. Yarıcılık yapıyormuş. Eşinin ayağı sakatlandığından evi o geçindiriyormuş. En küçük oğlu on dört yaşındaymış. Orta okul son sınıfa gidiyormuş. Spor faaliyetleri ona birçok madalya getirmiş. Dersleri iyiymiş. Bir de sevgilisi varmış adı, Ceylan. Kıymet hanım İşe gitmeden önce okul için gömleklerini, pantolonunu ütülemiş oğlunun, gardroba asmış. Sabaha karşı gittiği işinden öğleye doğru evine gelmiş, dinlenmiş biraz. Aradan bir iki saat geçmiş, bir tuhaflık olduğunu sezinlemiş nedense. Gayri ihtiyari gardrobu açmış. Ütülediği giysilerin altından A4 boyutunda beyaz bir kağıt görmüş. Hemen eline almış. “Anne” diye başlayan hitaba takılıp kalmış ilkin. “Anne, Kobane’ye yoldaşların yanına gidiyorum… Anne Ceylan’ıma iyi bak ha…” Elinden düşmüş kağıt. Çığlık atmış mı bilmiyormuş. Nedense ağlamamış da. Öylece kalmış. Öylece taş gibi donup kalmış. Sonra, uzunca süren dakikalardan sonra, her şeyi, işi, evi geçindirme derdini bırakıp soluğu Suruç’ta almış. Bekleyişi otuz güne yaklaşmış, sıcak soğuk demeden gözlerini, bedenini Kobane tarafına yatırmış.
Kobane tarafına gruplar halinde toplanarak bakanların canlarının yarısı diğer tarafta olması bekleme nedenlerinin başında geliyor. Ola ki YPG gerillalarından yaralananlar, sınırın Türkiye tarafına düşerlerse askerin elinden alıp, kurtaracaklar. Küçük yara alanların bile sınırda ölmeye terk edildiklerini biliyorlar. Bizzat görüp müdahale etmeye kalkışanlar, bu yüzden de darp edilenlerin sayısı bir hayli fazla. Bacağından yara alan ama hastaneye –özellikle- yetiştirilmediği için kan kaybından ölen(ler) buna birer örnekmiş.
Tomalar yanlarına kadar sokulup, üzerlerine biber gazı sıkınca dağılan kalabalık, sonra tekrar bir araya geliyor. Kalabalık, bazen her gün, bazen iki günde bir tekrarlanan bu duruma alışmış. Bekleyen gruptan öğrenci olduğunu söyleyen Kocaeli’nden gelmiş bir genç, “burada ne bir slogan atılıyor, ne de askere, polise yönelik bir harekette bulunuluyor. Niye gaz sıkıp, tacizde bulunuyorlar belli değil. Bu yaptıkları, hukuk çerçevesine sığmıyor. Üstelik de bir suç. Sen, karşıda akrabaları, oğulları, kızları olduğu için bekleyen insanların üzerine gaz bombası atamazsın. İnsan hayatından daha kutsal bir şey yok…” Gruptan başka biri lafa giriyor sonra. Yaşadıklarımız sizin televizyonlardan izlediğiniz gibi değil” diyor. “Burada beklememizi istemiyorlar çünkü; burada ne dolaplar döndürdüklerine bizzat tanık oluyoruz. Bunları görüp dile getirmemizi istemedikleri için üzerimize gaz sıkıyorlar. IŞİD çetesinden yaralananların sakallarını tıraş edip, askeri araçlarla en lüks hastanelere taşıyorlar. Ama biliyor musunuz, şu anda tedavi olması gereken kırka yakın YPG gerillasını göz altına aldılar…”
Gerçekten de, gazete ve televizyonlarda Suruç’da yaşananların sadece ucu gözüküyor. Üstelik de bağlamlarından kopartılarak. Bağlamından kopartılan her sözcük, her görüntü ise -politik çıkarlar için- olsa olsa günü kurtarıyor. Diğer bir taraftan ise gerçek, ateşten bir top olup, büyüdükçe büyüyor.