Herhangi bir kentin tarihini bilmek isteyenler, o kentle ilgili toparlanmış bilgilere, yazılıp çizilerek ortaya çıkarılmış belgelere bakarlar. Zira malzeme budur. Zaman içinde kentin dokusu değişmiş, eski halinin yerinde yeller esmiştir. Dünyada ilk halini saklamış kentlerin varlığı çok azdır. Bu anlamda, Diyarbakır’ın Sur bölgesi çok özel bir yerde duruyor. Zira Sur, yüzyıllar önce nasılsa, bugün de varlığını yaşayarak sürdüren tarihi bir yaşam alanı olarak sadece yaşadığımız coğrafyaya değil, dünyaya da miras kalan önemli bir tarihsel zenginlik niteliğine sahip. Aslında sahipti demek daha doğru olur. Bugün Sur’un medreseleri, kiliseleri, hanları, evleri, taşları, yolları yok olmaya doğru hızla ilerliyor.
Mahallerinde sokağa çıkma yasağının uygulandığı, evlerinde yaşayanların dörtte üçünün göç etmeye zorlandığı Sur’dan şimdi yaşam yerine, ölüm sesleri geliyor. Sur sakinlerinin yerini ise, özel tim, polis, asker almış durumda.
“Ne olacak bizim halimiz?” diye soruyor halk, Sur duvarlarının dışına çıkmış, oradan gelen sesleri dinleyerek. Sur’un eteklerinde geçiriyorlar tüm vakitlerini adeta. Kadınlar, çocuklar izin verilen yerlerden girişçıkış yaparak eşya taşıyorlar. Çocuğunun elinden tutmuş bir kadın, yaşlı komşusuna ağlayarak, “Evime uğramadığımda geceleri uyuyamıyorum” diyor. Yaşlı kadın, “Niye gittiniz ki? Ne olacaksa olsun, ölürsem evimde ölürüm” diye yanıt veriyor.
Diyarbakır halkının bütün geçmişi Sur’da saklanıyor. Son kuşak başka mahallelerde doğup büyüse de, kent halkının tüm geçmişi, çocukluğu Sur’da gizleniyor. Bu yüzden oradan gelen her kımıltıya çok duyarlılar. “Bir iğne almak için bile Sur’a gidilir. Tüm ihracat Sur’dan yapılır. Sur kentin ekonomisinin bel kemiğidir” diyor bir esnaf.
Kentin çok zenginlerinin de, orta sınıfının da geçmişi Sur’dan geliyor. Şimdilerde yoksulların mekanı olan Sur’un sosyolojisi değişse de, Diyarbakır’ın en önemli hafızası olarak baş köşede duruyor. Evinden çıkmak zorunda kalmış bir Sur sakini cebinden çıkardığı elli kuruşu göstererek, “Bakın bu kadar param var, bizi perişan ettiler. Biz sekiz nüfus, günde on liraya geçiniyorduk. Şimdi her birimiz bir yere dağıldık, ne istediler bizden?” diyor. Sur duvarlarının karşısında bulunan küçük bir kahvehaneye doluşmuş adamlar konuşmak için diğerinin sözünü keserek, çaresizliğe kesmiş hikayelerini anlatmak için birbirleriyle yarışıyorlar. Sığındıkları yerlerde ev sahiplerine rahatsızlık vermenin sıkıntısını yaşadıklarını söylüyorlar. Daha da önemlisi işsiz kalmışlar. Okula gidemeyen çocuklarını düşünüp, ortadan bıçak gibi kesilen hayatlarının derdine yanıyorlar.
“Duyduk ki, Aliağaolu alacakmış bizim oraları” diyor içlerinden biri. Sonra da "Bütün bunlar kentsel dönüşüm içinmiş” diye devam ediyor. Başka birisi araya giriyor hemen, “Kurban, alsınlar tapusunu da onlara verelim. Yeter ki, çocuklarımızı öldürmesinler, hayatımıza kast etmesinler, biz barış istiyoruz” diyor. Diyarbakır halkı Türkiye’nin batı tarafından gelenlere neredeyse kurtarıcı gözüyle bakıyor demek abartı olmaz. Ülkenin batısından güçlü bir ses, büyük bir tepki beklentisini, şaşırtıcı olsa da, halen koruyorlar. Zira yaşamlarını abluka altına alan “güvenlik güçleri”nin yapısını tanımlayamıyorlar. Kendilerine karşı “büyük adaletsizlik” yapıldığı konusunda hem fikirler. En az dört çocuk sahibi, çaresiz adamlara veda ederken hepsi saygı duruşuna geçer gibi ayağa kalkıyorlar.
Kilometrelerce uzanan sur duvarlarının her giriş noktasında içi kum dolu çuvallardanpolis barikatları bulunuyor. İçeri girmek isteyenler önce polis ve tim kontrolünden geçmek zorundalar. Hatta, söz konusu noktada görevli olan bir polis, “Barış gelsin de, kim getirirse getirsin” diyor. Ancak yasağın kaldırıldığı bölgelere girmek için muhatap olunan polis tipiyle, diğerleri farklılaşıyor. Onbeş, onaltı yaşlarındaki ergen erkek çocukları meydan okurcasına beşeronar geçiyorlar polis noktasından.
Yaşamlarını ve eşyalarını Sur’da bırakanlar girişçıkış trafiğini bir hayli yoğunlaştırıyorlar.
Diyarbakır’ın spor salonlarının, gsm merkezlerinin, alış veriş mağazalarının, marketlerinin, berberlerinin, dükkanlarının sahipleri ve çalışanları, yaklaşık iki aydır “İş yapamıyoruz” şeklinde dile getiriyorlar sıkıntılarını. Ama herkesin Sur’un içinde ne olup bittiğiyle ilgili bilgisi var. Sur’un mahallelerini, sokaklarını avuçlarının içi gibi biliyorlar. “Orada hendek yok barikat var” diyorlar. Zira en fazla iki kişinin geçeceği labirentimsi dar sokaklardan oluşan mahallelerin doğal hendek olduğu yönünde görüşleri var. Onların deyişleriyle, hendek değil de, barikatların arkasında “savaşan çocuklar”dan, 90’larda kimi annelerini, kimi babalarını, kimi de kardeşlerini ve yakınlarını faili meçhulde yitirmiş. Dolayısıyla, ikinci bir saldırıya tahammülleri yokmuş, bu yüzden öfkeleri çok büyükmüş.
Bugün elli yaşını aşmış olan bütün eski JİTEM görevlilerin bölgede olduğunu belirten Barış İçin Beyaz Forum aktivisti "Çaptan düşmüş, kenara itilmiş ne kadar katil varsa buralara getirildi. Hepsi psikopat, ruh sağlığını yitirmiş, gözlerini kırpmadan insan öldürüyorlar. Hak, hukuk, adalet bunların umurlarında değil, çok tehlikeliler. Onları yemek yerken bir lokantada gördüm, yemeğe öyle bir saldırışları vardı ki insanlığımdan utandım. Bunlardan bir tanesini gören geceleri uyku uyuyamaz. Korkutucu olan, gözlerini kin bürümüş, düşünme yetisini yitirmiş hastaların devlet tarafından görevlendirilerek halkın üzerine salınması. Burada bildiğiniz anlamda savaş yok, çünkü savaşın da bir hukuku vardır...”
Bütün bu olan bitenler karşısında düşünmek ve bağımsız yargılarda bulunmak önemli gibi gözüküyor. Tabii kastettiğimiz, eleştirel düşünce. Bu olmadığı taktirde, Arendt’in de vurguladığı gibi kötülük sıradanlaşıyor. Aslında sıradanlaştı demek daha doğru olur. Gerçeklikten uzaklaşıldığında ne oluyor peki? Arendt’e dönersek, “Belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabiliyor.”
Umarım geç kalmamışızdır...