Aleksandr Çayanov’un, Biraderim Aleksey’in Köylü Ütopyası Ülkesine Seyahati adlı eseri (1920), kendisinden çok düşündürdükleriyle önemli bir yerde duruyor. Bir ekonometri uzmanı ve Moskova Tarım Bilimleri Enstitüsü müdürü olan Çayanov, söz konusu metninde, oldukça büyük köylü nüfusla birlikte, çok geniş topraklara sahip bir ülkenin geleceği için ütopik bir kalkınma planı kuruyor. Bu kalkınmada da önceliğin tarıma verilmesini savunuyor. Böylelikle yazar eserinde, bu rolü ana karakter Aleksey Vasilyeviç Kremnev’e vererek, söz konusu karakter üzerinden de yeni bir toplumu görünür kılıyor. Toplumcu gerçekçiliğin neredeyse baskın tek anlatım türü olması gerçeği karşısında yazarın ana karakteri aracılığıyla “ütopya” kavramını sürekli tekrarlaması,- alternatif uygulama örnekleri teşkil etmesi açısından- ortaya sürdüğü düşüncelerini ütopya diye adlandırması ise tesadüf olmanın ötesine geçiyor. Zira baskı karşısında buna, yani zamansal-mekânsal bir uzaklık durumu yaratan kavramlara daha çok ihtiyaç bulunuyor.
Tıpkı, “Puşkin’in zamana meydan okuyan heykeli, Tverskoy Bulvarı’nın iyice büyüyüp serpilmiş ıhlamur ağaçları arasında hala dimdik ayakta” durması, “eskiden Napolyon’un Moskova kundakçılarını astığı yerde duran Puşkin heykelinin, Rus tarihinin korkunç olaylarının sessiz tanığı” olması gibi.
Ülkenin geleceği için “ütopik” bir kalkınma planını öngörerek bunu kafasında evirip çeviren Kremnev, “1905’in barikatlarını, 1917’nin gece toplantılarını ve Bolşeviklerin toplarını, 1932’deki köylü muhafız alaylarının siper hendeklerini, 1937’deki Varvarin bombardımanlarını” anımsayıp, “olayların devamını beklerken” sürekli düşünüyor.
Kremnev düşünürken, bütün sorun da okuyucunun kafasında çarpışan keskin sorularla başlıyor. İlk can alıcı soru ise, Çayanov, 1950 ve 80’lerin Türkiye’sinde okunsaydı neler olurdu, şeklinde tezahür ediyor. Peki, neler olurdu? Öncelikle Türkiyeli sosyalistler, eleştiri ve sorgulamanın önemimi biraz daha kavrar; tüm baskıcı, tekçi… düşünce ve uygulamalara karşı sağlam bir zemine basarlardı. Dahası, en idealize edilmiş düşüncelerin bile hayata geçtikleri anda çelişkiler üreteceğini, doğrularla birlikte yanlışların da hareket edeceğini, bu ikisinin sürekli birbirleriyle çatışma halinde olacaklarını daha net kavrayacak, yanlışları eleştirip reddetmekten çekinmeyeceklerdi.
Yetmişlerde Türkiyeli devrimciler Rus edebiyatının içine dalıp yüzerken, kulaç attıkları bu denizde nelerden mahrum olduklarını bilmiyorlardı. Maksim Gorki, Şolohov, Aytmatov, Ehrenburg… eserleriyle tanışıp, engellenen diğerlerini bilmemenin bir eksikliğini yani. Üstelik bu eksiklik çok önemli bir soruna işaret ederken, bundan bir haber olmak da ayrı bir trajediydi. Zira Stalin yönetimi, sistemdeki yanlışları eleştiren yazarları kovuşturmaya uğratıp, eserlerinin de okunmasına izin vermiyordu. Türkiyeli okuyucular, adlarını ezbere bildikleri birçok Sovyet yazarıyla başka bir dünyanın tahayyülünü –sınırlı- geliştire dursunlar; Mihail Bulgakov, Danii Kharms, Aleksandr İvanoviç Kuprin, Mihail Zoşçenko, Viktor Şklovski, Yevgeniy Zamyatin, Vladamir Voynoviç, Andrei Palatonov, Yuri Oleşa… gibi isimlerden haberdar bile değildiler. Peki niye? Yanlışların, eksikliklerin, yolunda gitmeyen şeylerin, dayatmacı uygulamaların eleştirisine bile tahammülü olmayan bir anlayış yüzünden.
Çayanov gibi adlarını çok sonradan öğrendiğimiz yazarları zamanında okumamak, yeni oluşmakta olan bir dünyaya yönelik bakışımızı da eksik kıldı. Ama bu da sıradan bir eksiklik olmayıp, sorunun temel noktasını oluşturdu. Şimdi tüm bu gerçeklikler, kendimize de bir ayna tutmamızı kaçınılmaz kılıyor. Aslına bakılırsa, birileri bize aynı hatayı sürekli tekrarladığımızı söylüyor. İyi olduğuna inandığımız bir düşünceyi hayata geçirmeye kalktığımız andan itibaren eksik, hatalı yanlarımızı görmemekle kalmayıp onları dile getirenleri anında düşman ilan etmemiz de bunu yeterince kanıtlıyor.
Tekrar metne dönersek, Ekim Devrimi’nin ardından sosyalizmi ve toplumla birlikte ideal insan tipini var kılmak için Sovyet yönetiminin edebiyattan beklediği destek, nasıl bir edebiyat yapılacağıyla ilgili bir sadece bir dayatmayı beraberinde getirmedi, kötü bir miras da bıraktı. Toplumcu gerçekçi edebiyat burada koyulaşırken, söz konusu türden eserler veren edebiyatçıların çoğalması bir dönemin rengi olarak geride kalsa da, ortaya çıkan olumsuz izler üzerinde durmakta yarar var. Zira başka durumlarda ve keskin zaman aralıklarında bir daha tekrarlanmaması için.
Başa dönersek, eğer ki biz Türkiyeli okuyucular, Gorki, Şolohov… benzeri yazarların dışında, onlarla aynı anda yazan, onların çağdaşı Çayanov gibi yazarları da okusaydık, bir nesnenin, durumun, sürecin, uygulamanın… iki yüzü olabileceğini, gelişmenin, ilerlemenin de çelişkiler olmaksızın olmayacağını henüz taze olan bir uygulama üzerinden görecek; bunu düşünce sistemimizin olmazsa olmaz bir paradigması olarak kafamıza yerleştirecektik. En küçük ilişkilerden aileye, oradan da toplumların yönetimine kadar uzanan “kol kırılır yen içinde kalır” kültürüyle birlikte benzeri birçok anlayış da darbe alacaktı. Böylelikle de iktidarların ceberut uygulamaları karşısında ‘biz yapınca iyi, başkası yapınca kötü’ iki yüzlülüğünü yaşamayacaktık. Dolayısıyla da, karşı çıkışlarımızda samimi, onları içselleştirmiş olduğumuzdan etkili olacaktık.
Genç sosyalist sistemin eksik ve yanlışlarını eleştirdiği için, Stalin yönetimi tarafından “rejim düşmanı” ilan edilen Çayanov’un, Biraderim Aleksey’in Köylü Ütopyası Ülkesine Seyahati’ni şimdi okuma olanağına sahip olmak geç kalınmış bir durumdan öte, -aynı tutum ve davranışların yürürlükte olması açısından- oldukça önemli. Zira statükocu, baskıcı… zihniyet ve uygulamaların en somut ve ilerlemiş halini faşizm olarak zaten yaşıyoruz. Faşizmi en küçük birimler olarak ilişkilerimizle inşa ettiğimizi ise söylemeye gerek var mı (?)
Biraderim Aleksey'in köylü ütopyası ülkesine seyahati Aleksandr Çayanov Çev: İhya Kahraman
Ayrıntı Yay. 2015. S, 155