Hatırlanırsa, geçen yılın Ocak ayında Erdoğan, Kobane’nin kurtuluşu için bir hayli içerlemiş, “Kobani söz konusu olduğunda dünya ayağa kalkıyor … Bugün bakıyoruz çiftetelli oynuyorlar…” demişti. Bugün ise ülke Dance Macabre’a (ölüm dansı) kesmiş durumda. Devletin başındaki çiftetelli sözünü ağzına aldığından bu yana tam bir yıl olmuş.
Bir oyun havası olan çiftetelli, Anadolu kültüründe ironik bir anlama sahip. Zira vahim durum içinde bulunmalarına rağmen, bundan bihaber olanları aşağılamak için yakıştırılan bir eylem olarak da biliniyor. Çünkü oldukça ritmik; buna kalkışan kişinin vücudunun omuz, gerdan, göbek gibi belli başlı uzuvlarını aynı anda titretmesi gerekiyor. Ama çok da eğlenceli, aşağılanması bu yüzden. Bu dans için mutlaka hedefe ulaşmış olmak, belirgin bir sevinç, neşeli bir ruh hali… gerekiyor.
Peki, Anadolu halklarının bünyesine kazınmış olan çiftetelliye ne oldu? Değil gerdan kırmak, niye elimizi bile kaldıramaz haldeyiz? Birileri bize -alay etmek için de olsa- artık neden “şunlara bak çiftetelli oynuyorlar” bile demiyor? Kar altında üşümüş çocuk, kadın, yaşlı, genç ölüleri yatıyor. Yeni yıla havai fişekler yerine, gaz bombalarıyla, kurşunlarla, baskınlarla, tehditlerle, korkuyla… girdik. Geceler deyince artık uyku gelmiyor akla. Yağan kar ise aklımıza sadece kar maskelerini getirirken, yanan yüreklerimizi ise hiçbir kar söndüremiyor. Sabahlara karşı uzun namlulu, maskeli adamlar giriyor evlere. Hayatının baharında gencecik kadınları, erkekleri yataklarında öldürdükten sonra…
Çiftetelli devletin başı tarafından ağza alınıp kirlendiğinden bu yana çocukları da ikiye böldüler. Korunmaya, güvene, bakıma, ilgiye, sevgiye, şefkate, özene, hoşgörüye… en çok ihtiyacı olan insanın çocukluk hali iki tür olarak inşa edildi. Yaşadığımız ülkede çocuklar artık, bunlara layık görülenlerle, görülmeyenler olarak karşı karşıya getirilmiş durumda. Yoksul Kürt çocuklarının çocuk olmadıklarını kafalarına nişan alınarak öldürüldüklerinden bu yana öğrendik ya, bu bilgiyle baş etmenin yollarını arıyoruz. Ailemizde, yakınımızda, çevremizde gördüğümüz her yaştan çocuğa başka bir gözle bakarak ne olduklarını test etmemiz gerektiğini kim söylüyor bize?
Yağıp yağıp da ulaşımı engelleyen karlar yüzünden kapanan okullar için yapılan haberlere yazıklandığımız dönemler üzerinden ne kadar zaman geçti? Şimdi okulların kara tahtalarında tebeşir yerine uzun namlularla nefret yazılıyor. Meğerse kar değilmiş okulların yollarını kapatan. Boş yere öfkelenip “Doğu’daki” çocukların mahrumiyetine üzülmüşüz.
“Doğu’ya” gidemeyen vinçlerde, kar kazıma araçlarında, ambülanslarda… değilmiş suç. Devletin yetersiz olanakları değilmiş. Bütün suç güçte, gücün kötüye kullanımında, şiddetteymiş. “Şiddet araçlarının teknik gelişimi artık öyle bir noktaya geldi ki, hiçbir siyasal amaç, insan aklının sınırları içinde, bu araçların yıkıcı potansiyeline denk değildir; ne de silahlı çatışmalarda bu araçların fiilen kullanımını haklı kılabilir” diyor Hannah Arendt, Şiddet Üzerine adlı çalışmasında.
Peki, biz tüm bu olup bitenleri seyredip bön bön bakarken, aklımızı hangi meşru durumlara havale ederek koruyoruz? Cizre, Sur, Derik, Nusaybin… yaşadığımız yerlerden ne kadar uzak? Şiddetin bütün mesafeleri yok saydığını, kurşunların hızlılığına hiçbir uzaklığın dayanamadığını anladığımızda çok geç olmayacak mı!? Şiddet hayata geçmek için taraftar(lar)a ihtiyaç duyuyorsa eğer, hangi tarafta olduğumuzu bilmek zorundayız.
Zaten Arentd’in de Hitler’in insanlığı uğrattığı büyük yıkımın ardından yaptığı derin saptama bunu yeterince kanıtlıyor. “Bütünüyle şiddet araçları temelinde ayakta duran bir hükümet şekli aslında hiç bir zaman var olmamıştır. Çünkü egemenlik aracı işkence olan totaliter yönetici bile, iktidarı için tabana ihtiyaç duymaktadır. iktidar her zaman sayılara ihtiyaç duyar… Çoğunluk egemenliğinin yalnızca demokraside işlediğini varsaymak masalsı bir yanılsamadır. Tek başına bir bireyden başka bir şey olmayan kral, toplumun genel desteğine, başka hükümet biçimlerinde olduğundan daha fazla ihtiyaç duyar. Tiran, yani herkese karşı yöneten tek kişi bile, sayıları kısıtlı olsa da şiddet işinde yardımcılara ihtiyaç duyar.”
Bir kez daha yinelemekte fayda var; biz hangi taraftayız? Yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde şiddet ve ölüm yaşadığımız topraklarda gezinirken nereye bakıyoruz? Mezarlarından kalkan ölülerin boğularak, aşağılanarak yok edilen neşeli ritimlerimiz yerine kendi ölüm danslarını yaptıklarını gerçekten de görmüyor muyuz?