Çoğumuzun kendinden, ailesinden ya da bir tanıdığından ötürü ya da sürekli gelen WhatsApp mesajları dolayısıyla Covid-19’a ilişkin bir fikri var artık. Bu hastalık korkulu, endişeli, üzüntülü, ıstıraplı yanlarıyla başka birçok hastalığa benzerken, bilinmezleriyle ve yalnızlığı ile kesinlikle şahsına münhasır.
Dünyanın ortaklaştığı bu hastalıkta deneyimleri paylaşmak okurlarımızın ilgisini çekecektir diye düşündüğümden kendi hikâyemi anlatmak, kısaca işime yansımalarından ve toplumun duyarsızlıkta arşa varışından bahsetmek istiyorum.
Doktor olarak pandemi sürecinde riskli gruplar listesinin en başında yer aldık. Sahada direkt pandemi hastalarıyla ilgilenen meslektaşlarıma oranla şanslıydım, çünkü kendi muayenehanemdeydim. Ama branşım dolayısıyla köşeme çekilme şansım yoktu ve planlanabilir, ertelenebilir takip, tedavi ve hatta cerrahi işlemleri yapmasam bile devam eden gebeliklerin takipleri ve vakti gelen doğumların gerçekleştirilmesi ve acil jinekolojik tedavilerin yapılması şarttı. Öyle de oldu; pandemi dönemi bebekleri, tekinsiz dünyamızda, annelerinin güvenli kucağına, sağlıcakla teslim edildi.
Olağanüstü koşullarda çalışmak tuhaftı, dokunmayı seven bir halktan, mesafeli duruşlara geçmiştik. Gebelik takip sıklıkları olması gereken zaman dilimlerine dönmüş, mecbur olmadıkça kimse sağlık kuruluşlarına gelmeyi istemez olmuştu. Acil servisleri o denli gereksiz meşgul ediyorduk ki pandemide acil servis hizmeti rahatlayan tek ülke olmuş olmamız muhtemel. Son zamanlarda kontrolden çıkmış olduğunu düşünmeme rağmen teslimiyetle kabul ettiğim doğum planları normalleşmeye başlamıştı. Yani oda süsleri, doğum kayıtları, doğum öncesi bebek partileri, süit odalar, servis elemanları, kuaför hizmetleri, onlarca ziyaretçi, mahrem doğum anlarına tanıklık eden, doğum ağrılarını kilitleyen kapı önü, oda içi hasta yakınları vs. bitmiş; anne, baba, bebek, doktor, ebe sadeliğinde doğumlar başlamıştı. Doktor olarak bizlerin de alet olduğumuz bu düzende, aslında olmamız gerekene döndüğümüzü hissediyordum ne yalan söyleyeyim. Tabi bazı cingöz meslektaşlarım bu dönemi de reklama, kâra döndürmekten çekinmediler, sosyal medya fenomeni olarak iflah olmayacaklarını bir kez daha gösterdiler. Hasta tarafında yalnızlık hissi uyandırsa da aslında otel izlenimi veren hastaneler de dahil prensip; ne kadar az ziyaretçi, o kadar az hastalık, ne kadar az yatış süresi, o kadar az enfeksiyondur. Şartlar bir parça düzeldiğinde bu çarkın tekrar dönüp, hepimizi bir parçasıyla yutacağı konusunda da saf değilim elbette.
Gene uzattı dediğinizi duyuyorum ve mesleki dokundurmalarımı bırakıp tedbirlerin sıkı alındığı, kalabalık olmayan koşullarda çalışır, kişisel yaşantımda tüm kurallara eksiksiz uyarken virüsün beni sobeleme hikâyesine başlıyorum. Virüs her yerde ve de kamu spotlarında dendiği gibi aldığımız tedbirlerden daha güçsüz değil. Ciddi ciddi her yerde varlığını gösteriyor. Virüsün biyolojik davranışıyla ilgili çok sayıda kaynak okuduk. Her gün hakkında yeni bilgilere ulaştığımız bu virüs sadece bir akciğer hastalığı olmaktan çoktan çıktı. Ciddiyeti virüsün hasta etme potansiyeli, alınan miktarı kadar kişinin vücudunun bununla mücadele edecek gücü ile de doğrudan orantılı. Basit tedbirler içinde olan maskeye erişim rezaleti dışında gördük ki kullanma rehberi de vatandaşa doğru anlatılmamış. Çenesinde maskeyle sigara içenini bile gördük. Hatta iç çamaşırını da böyle mi giyiyorsun, o burun ağız niye dışarıda diye şahane çizimlerle gülümsedik. Ama hastalığı yaşayan biri olarak diyebilirim ki hastalığın kendisi hiç komik değildi. Ben size sadece gözleme dayalı bilgi aktaracağım, bilimsel değeri yok. Deneyimsel olarak bana çok şey öğreten yirmi günden bahsedeceğim. Ve baştan söyleyeyim, hastanede yattım, birçok yönüyle hayatımda geçirdiğim en zor süreçlerden biriydi ama birinci dalgadaki gibi ağır bir versiyon değildi.
Çok kısaltarak anlatacağım. Tabii ki inanmayın. Hastalık belirtileri başlamadan sadece 4 gün önce yapacağım ameliyat nedeniyle hastanede uygulanan sürüntü testim negatifti. Yani PCR testlerinin yanlış negatiflik oranı, belirtiler başlamadıysa oldukça yüksek. Buradan hareketle bu sonuca sırtımızı dayamadık ve tedbirler hiç gevşemeden ameliyatlarda da muayenehanede de çalışmamıza devam ettik.
Ateşim yükselene kadar hayat normal seyrinde devam ediyordu. Beni perişan eden günlerin başlangıcı 1,5 saat süren titreme ardından yükselen ve epeyce gün peşimi bırakmayan ateş ile oldu. Pandemi yaşanan bir dünyada böyle bir ateşi sıradanlaştırmak mümkün olmadı. Üç yıldır grip bile olmamakla övünen, sağlık gurusu, risk hedef yaşına daha zamanı olan, sporcu bir insanım ben "bana da mı Covid?" dedim doğal olarak. Sabaha kadar ilaçlara vücudumun verdiği yanıtı ve ateşin ne kadar yükseldiğini gözlemledim. Ve ateş epey zalim çıktı. Sabah artık bu iş ciddi diyerek acile başvurduk. Tanı koymada, tedavide artık standartlar öyle iyi oturmuştu ki iki saatin sonunda sevdiğimle bile vedalaşamadan iyileşene kadar burnumun ucunu çıkartamadığım hasta odama yatırılmıştım. Kan testi sonuçlarım, yüksek ateş ve akciğer tomografimde iki taraflı tutulumla, sürüntü sonucunu beklemeye gerek kalmadan tedavimi planlamışlardı bile.
Şimdi yıllarca rezillik olarak gördüğümüz görüntüleme cihazlarındaki aşırı fazlalık işe yarıyor görünüyordu. Tıpkı yoğun bakım yataklarındaki fazlalığımız gibi. Elbette bunlar pandemi döneminde çok hayat kurtardı. Peki şeytanın avukatlığını yapalım biraz çünkü bu benim karakterimde var. Neden bu kadar çok yatak, solunum cihazı ve görüntüleme cihazlarımız var? Yüz yılda bir karşımıza çıkan salgın için hazırlık yapacak kadar öngörülü ve süreklilik arz eden bir sağlık politikası derseniz şuracıkta bayılabilirim. Bunların yıllardır devlete maliyeti ne oldu? Önüne gelen özel hastane ruhsatlandırmaya bir şekilde uydurarak niye yoğun bakım yatakları açtı ve kaç hasta gereksiz yere bu yataklarda yatırılarak devletten bu konuda ödenek aldı? Ayrıca niye bu kadar özel hastane açıldı diye sorup, cevabı o güzel akıllarınıza bırakıyorum.
Yıllardır aslanlar gibi ödediğim sağlık sigortama sırtımı dayayarak, çünkü her şeyi devletten beklememeyi çok önceden öğrenmiştim, bana iyi bakacaklarını bildiğim arkadaşlarıma teslim oldum. Her zaman havalı havalı ameliyatlara, vizitlere gittiğim hastanede bu kez ben hasta olarak yatırılmıştım. Covid-19 hastalarının yattığı kata giriş çıkışlar kısıtlıydı. Süreç boyunca tedbirli ve şefkatli, ne yaptığını iyi bilen bir ekipte olmak güven veriyordu. Hafta sonu bitip de mesai başlayınca hastalığımın bilinirliği de virüs kadar hızlı bir yayılım gösterdi. Yani doktor olmak ünlü olmak gibiydi, hasta mahremiyeti falan yoktu. Öncesinde az sayıda eş dostla paylaştığım durumum saatler içinde haberleşme pandemisi yoluyla abartmıyorum ülke sınırlarını aşmıştı. Aşırı yorgunluk veren bir hastalıkla cebelleşirken cep telefonunu sessize almakta çare bulduğum anlar oluyordu. Oysa yalnızlığı çok derinden hissettiğin bir süreçte dış dünyayla tek bağlantım cep telefonumun ekranındaki mesajlar, aramalardı. Bu çok acınası bir durumdu. Günlerim hem aranmaktan mutlu olup hem cevap vermekten yorgun düşmek çelişkisi ile geçti.
Ateş yükselmeye başladığında kafadan iki saati gitmiş sayıyordum. Başlangıçta o kadar sıktı ki daha yeni soluklanıp, sırılsıklam olmuş çarşaflar değiştirilip, bir lokma belki bir şeyler yiyebilecek gücü toplamışken ikinci atak geliyordu. Solunum sıkıntısı, öksürük de olsa nasıl katlanılırdı bu hastalığa deyip şükrediyordum. Ateş aralarındaki zaman açılmaya başlayınca; evet bu süreç kötüye gitmeyecek toparlayacağım diyordum, hatta hemen herkesin bana verdiği gazla "sen maratoncusun kızım ya, o ciğerler bunu mu yenemeyecek," diyordum. Sonra da bana bunu yapan başkalarına neler eder diye düşünüp Allah yardımcıları olsun diyordum. Bir de sigara içenler var ya, bu dönemde de bırakmazlarsa o akciğerin onlara hiçbir konuda yardım etme imkânı olmayacağını kamu spotu gibi buraya eklemek istiyorum. Şakası yok sigara ve Covid-19, Bonnie ve Clyde ikilisi gözümde.
İştahlı olmak, yediğinin, içtiğinin tadını, kokusunu almak nimetmiş. Sağlıklı yaşamak, yarışlara hazırlanmak uğruna tadına bayıldığım şeyleri yemediğim zamanlar için yazık olmuş dedim. Doktorum tat alma ve koku duyularının geri geleceğini, sabırlı olmam gerektiğini söylüyordu ki haklıydı, tat döndü ama koku için hâlâ zaman var. Bu geçici kayıplar sağlığın ne kadar bütüncül olduğunu hatırlatmaya yarıyordu. Üç kaşık çorbayla doymak, bir parça peyniri on beş dakikada bitirememek, tuvalete gitmenin aşırı yorucu bir faaliyet olmasından dolayı suyu belli aralıklarla içmeye çalışmak… Bunlar dramatik değil elbette, insanlar günlerce solunum cihazlarına bağlı, her türlü Covid-19 dışı komplikasyonlara da açık yaşadılar. Benim anlatmak istediğim şey virüsün sağlıklı bedeni de hasta edebileceği ve fiziksel olarak bilinen harabiyetler dışında uzun vadede nelere sebep olabileceğini hâlâ ön göremiyor olmamız. Buna rağmen tedbirsizliklerin artmış olması beni endişelendiriyor. Eliniz yanmadan sobanın sıcak olduğunu bilmenizi istiyorum belki de.
Hayatımı planlayabilmekle övünen ben, yönetiminin aslında hiçbir zaman bende olmadığını anladım. Bir şeyler oluyordu ve ben sadece olmuş olanı görmeyi bekliyordum. Hastalarımdan benle temas sürelerinin dolmasını beklediklerim vardı. İki aydır karantinadan çıkmayan aileme, mecburi sağlık sorunları yüzünden temas etmek zorunda kalmıştım ve onların sonuçları pozitif gelirse bir çuval inciri berbat etmiş olacağım için korkuyordum. Zaman o kadar görece bir kavramdı ki bazen iki dakika, bazen birkaç gün ne beklediğine bağlı olarak aynı etkiyi yaratabiliyordu. Vicdani yükü olan bir hastalıkla, hiçbir yakınını göremeden, fiziksel ve ruhsal olarak mücadele etmek oldukça zordu.
Günler ilerledikçe içimdeki kılıç kalkan ekibinin çarpışması azalıyor benim tayfa daha iyi iş çıkartıyordu. İyileşiyordum. Son ateşten sonra 48 saat geçince eve dönebilecektim. Bu nedenle her ateşi son ateş kabul edip kronometreye basıyordum sonra avucumu yalıyordum.
Çok sayıda aile büyük korkular yaşadı, kayıplar verdi. Yapayalnız kayıplarını defnettiler. Paylaştıramadıkları acıları çığ gibi içlerinde büyüyor. Süreç bitmiş gibi davranmanın çok sayıda aileyi daha acıya boğacağı kesin. Ekonomik olarak daha fazla dayanılamadığı için adı yeni normalleşme olan, hızlı harekete geçildiğine yürekten inandığım uygulamalara kanmayın. Birçok ülkede de aynı sebeplerle tedbirleri gevşetiyor. Ama pandemi adını verdiğiniz bu salgınında virüs 4-5 ayda bitemez. Doğasına aykırı. Bulunacak aşı ya da ilaç tedavilerinin etkinliği ve ne zaman piyasaya çıkabileceği tartışmalarına kulak verin. Daha önümüzde uzun bir zaman var. Sürekli evde kalamazsınız bu gerçekçi değil ama AVM'ye gitmeyebilirsiniz, kalabalık ortamlara mecbur kalmadıkça dahil olmayabilirsiniz, bu yaz deniz tatili, yurtdışı planı yapmayabilirsiniz, insanlarla yakın temastan kaçınabilir, maskeyi doğru şekilde kullanmaktan şikâyet etmeyebilirsiniz. Sessizce virüsü yayan insanlar olacak, kaç kişiyle, ne kadar süre buna maruz kaldığınızı bilemezsiniz.
Hastane süreci bitip taburcu olduğumda, arabayla eve dönerken camı açtım ve taze havayı ciğerlerime çektim. Bu özlenir mi ya! İstanbul’un kirli havasını solumayı özler mi insan, özledim. Biliyordum ki eve geldiğimde de karantina kuralları sürecekti. Sevdiklerini korumak istiyor insan, belki de çoktan zarar vermiş oluyorsun bile. Ama bulaşı en azda tutmaya çalıştık, gene de başarılı olamadık. İştahsızlık, halsizlik bir hafta daha devam etti ve toplamda beş kilo kayıpla hastalık sürecini bitirdim. Bir gün aniden bir şey oldu ve önce iştahım, sonra enerjim toparlamaya başladı. Ve hızla iyileşmeye başladım. Bu süreçten neler öğrendiğimi belki başka sefere yazarım ama büyük kısmını zaten biliyordum. Karantina sürem doldu, ilk testim sonuçlandı. İkinci negatif test sonucuyla artık işime dönebileceğim. Bana sabırla bakan tüm aileme ve sevdiklerime, bazen beni sevgisiyle, ilgisiyle öldürmeye çalıştığını düşündüğüm tüm iyi niyetlere, telefon etmekten başka yapabilecekleri bir şey olmayan, çaresizlik duygulu tüm dostlarıma, hastalarıma, beni iyileştiren kocaman sağlık ekibime, bütün dualara, nefeslere, büyülere, enerjilere sonsuz şükranlarımı sunuyorum.
Bir ayda hasta yakını da hasta da oldum. Ve doktor olarak durduğum yerden görmediğim birçok şeyin farkına vardım. Mesleğimde hep özenli oldum ama empati kurmak için gene onlarca sebebim oluştu.
Virüs aramızda. Etkisini zayıflattığı söylense de kimi seçeceğini, ne derecede hasta edeceğini bilemezsiniz. İmkanlarınız doğrultusunda özen göstermeyi sakın ihmal etmeyin. Sağlığınıza sahip çıkın. En büyük emanetimiz bedenlerimiz.