Kadın cinsiyeti üzerinden şiddet olgusu dünyanın her yerinde çok önemli ve görmezden gelinmeye çalışılan, gerçekçi rakamlarını asla bilemeyeceğimiz, bildiklerimizin bile kanımızı dondurmaya yeteceği türden. Kadına uygulanan şiddetin niteliği fiziksel, cinsel, sözel olarak ayrılabilir. Ve bunun en geri dönülemez olanı da cinayetler.
Ülkemizde yaşayan kadınların dörtte biri fiziksel şiddete uğruyor, bunların da dörtte üçü eşleri tarafından kadınlara yöneliyor. Cinayetlerin çoğu da gene kadının kocası tarafından işleniyor. Yani kadın cinayetlerinde en büyük ortak özellik öldürenlerin erkek olması.
Kavramsallaşması açısından cinayetin cinsiyeti konusunda 1921-1988 arasında Kanada’da işlenen cinayetler üzerine Rosemary Gatner ve Bill McCarthy makale yayınlamış ve toplumdaki işlenen cinayetlerin kadın ve erkeklerin benzer dönemde, benzer sebeplerle olduğunu söylemişlerdir. Aradan çok zaman geçti ve toplumların bir kısmı eğitim, eşitlik, hukuksal boyutta epey yol aldı. Dünya üzerinde savaşlar geride kaldı demeyi çok istesem de burayı kriterlerden çıkartarak devam edeyim. Bu zaman diliminde cinayetlerin bir kısmını neden ‘kadın cinayeti’ olarak yeni bir sınıflamayla araştırmaya ihtiyaç duyulduğuna dikkat çekmek lazım. İlk kavram 1801 de İngilizce bir yayında ‘bir kadının öldürülmesi’, 1848 de ‘homicide’ yanında ‘femicide’ kavramı ile öldürülen kişinin cinsiyetine dikkat çelmiştir. Bu kavram şunu içerir; ‘kadınların, kadın oldukları için öldürülmesi’. Kadınlardan nefret etme, küçümseme, tiksinme ya da kadına sahip olma duyguları temel içgüdüymüş gibi sıralansa da bu sistemik ve politiktir. Tıpkı ırkçılık gibi, sonradan edinilen, öğrenilen, misojinist (kadından nefret eden) motivasyonlarla beslenir. Yani toplumsaldır. Bu cinayetlerden sadece katiller değil, öldürülen kadınları koruyamayan, cinayetleri engelleyemeyen devlet ve yargı organları da sorumludur.
Olanaklara ve motivasyona dayalı cinayet diye iki ayrım yapılmıştır. Burada kadının evi dışında, yalnız zaman geçirme süresinin artmasıyla cinayete kurban gitme olasılığının arttığı, iş hayatında, genç, bekar kadınların bu nedenle profilde artmış riske sahip olduğu savunulmuştur. Oysa Kadın Dayanışma Vakfı 2002 de yayınladığı raporunda ülkemiz kadınlarının %97’sinin yaşamları süresince eşi, babası ya da diğer erkek yakınları tarafından şiddete maruz kaldığı yönündedir. Ve dünyada da benzer istatistikler şaşırtıcıdır. Kadına yönelik şiddetin her boyutuyla değerlendirilmesi oldukça önemli. Bunun münferit vakalar olmaktan öte sistematik, toplumsal ve dünya üzerinde tarih boyu süregelen bir durum olduğunu anlamak gerekli.
Başka bir yönüyle toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kendi uzmanlık alanımla ilgili olarak üreme sağlığına etkisine bakmak isterim. Kadınların erkeklere oranla daha düşük eğitim ve öğrenime sahip olmaları, çalışma alanında daha az istihdam edilmeleri ve dolayısıyla daha düşük gelir seviyesinde olmaları nedeniyle oluşan eşitsizlik sağlık alanında ve özellikle kadının üreme sağlığı üzerinde ciddi olumsuz etkiler yaratmaktadır.
Eşitsizlik önlenebilir, gereksiz ve adil olmayan bir durumdur. Bunun genetik, fizyolojik ya da biyolojik bir üstünlük olarak erkekler tarafından kullanılabilecek bir yanı aslında yoktur. Biyolojik olarak ayrılmış cinsiyetin, toplumsal cinsiyet ayrımına nasıl dönüştüğünü görmek için mahremiyet kavramını anlamak gerekir. Bu mahremiyetin merkezine kadın konulduktan sonra yanına namus ve aile kavramları da konularak kadını eve kapatmak oldukça kolay olmuştur. Kadınların mal, köle gibi algılanmasına karşılık erkeklerin lider, savaşçı, kahraman konumunda olmaları saygın ve güçlü (!) olan erkeğin kadına şiddetini doğal bir hak olarak yaşamasına neden olmuştur. Kadına şiddetin aile içinde fiziksel, psikolojik, ekonomik ve cinsel olabileceği gibi, silahlı çatışma veya savaşlarda sistemik tecavüz, cinsel kölelik, gebeliğe zorlama, gözaltında taciz ve tecavüz, siyasal yaşama kadınların katılmasının önlenmesi, töre cinayetleri, kızlık zarı muayenesi, zorla evlendirme, kadın intiharları, işyeri-sokakta cinsel taciz, kız bebek gebeliklerinin sonlandırılması, kız çocuklarının ihmali de şiddetin başka boyutlarıdır. Kadınların neredeyse üçte biri uğradıkları şiddetin kendilerinin davranışları nedeniyle olduğunu belirtmiştir. Şiddete sessiz kalmak, kabullenmek oldukça yaygın bir davranıştır. Şiddetin ardından fiziksel hasarlar, depresyon, yetersiz beslenme, sosyal izolasyon, travma sonrası stres bozukluk, güvenli olmayan cinsel ilişki nedeniyle gebelik, cinsel yolla bulaşan hastalıklar, intihara eğilim sık görülen bozukluklardır. Kadınların istenmeyen gebeliklere zorlanmaları, gebelik sırasında gördüğü şiddetle bebek ve anne hayatını tehdit eden komplikasyonların oluşması, sağlıksız koşullarda yapılmak istenen düşükler ve cinsel yolla gecen bir çok hastalık nedeniyle ömür boyu tedaviye ihtiyaç duyacak hale gelmeleri şiddetin dile getirilmeyen sağlık sorunlarıdır.
İntihar oranlarındaki artış da kadın cinayetleri kadar ciddiye alınması gereken bir durumdur. Son on yılda Türkiye’de intihar oranlarındaki artış çarpıcıdır. Etnik, sınıfsal ve toplumsal cinsiyet ayrımcılığının en sert yaşandığı Güneydoğu’da intihar oranları %88 artarak sorunun ne boyutta büyüdüğünü rakamlarla anlatmaktadır. Bu oranların büyük kısmı intihara zorlama, aslında cinayetin ta kendisidir. Azmettiricileri gene erkeklerdir. Bu arada nüfus yoğunluğu nedeniyle cinayet ve intiharların en yüksek görüldüğü şehirler İstanbul, Ankara ve İzmir’dir.
Afrika toplumlarında çocuk yaştan itibaren sistematik tecavüze uğrayan kız çocuklarında vajinal yaralanmalar nedeni ile fissürler oluşmakta (barsak içeriği ve idrarın vajenden gelmesine neden olan yeni kanallar oluşması durumu) ve bu insanlar tedavi alamadıkları için toplumdan izole edilmekteler. Kötülüğün ve şiddetin geldiği yer belliyken tüm toplum tarafından ret edilmek küçük yaştaki bu kız çocuklarının gözden çıkarıldığının çok acı örneğidir. Yakın tarihlerde tüm dünyanın gözü önünde Bosna Hersek, Ruanda, Cezayir gibi ülkelerde tecavüz bir savaş silahı olarak kullanılmıştır ve kullanılmaya devam edecektir.
Cinsel şiddetten söz edince tecavüzlerin mağdurlarının %50’si 18 yaş altındadır ve %10’u erkek çocukları kapsamaktadır. 5-10 yaş arası çocukların %55’i ensest mağduruyken bu saldırıların faillerinin %50’si öz baba iken sırasıyla amcalar, enişteler, ağabeyler, dedeler ve dayılardır. Ensest ‘evlenmeleri ahlakça, hukuken ve dinen yasaklanmış (nikah düşmeyen) yakın akraba olan kadın ve erkeğin cinsel ilişkiye girmeleri’ olarak tanımlanır. Evli kadınların nikahlı eşleri tarafından tecavüze uğramaları sanılandan çok daha yüksektir ve suç sayılması ve ispatlanması maalesef zordur.
Aile içi şiddette başka görünmeyen kahramanlar da vardır. Kadın akrabalar da bu işin içindedirler. Üstelik unutulmaması gereken bu kadınların da erkek şiddetine maruz ya da tanık olmalarına rağmen uygulayıcı olmalarıdır. Erkek çocuğu yetiştiren bireyin anne olması, annenin aynı evde babadan şiddet görmesi ve erkek çocuğun ilerideki aile hayatındaki rol modelini bu şiddet temelleri üzerine kurması ne kadar sağlıksız ise tersi bakış açısı ile kız çocuğunun şiddete çocukluktan uğramaya başlaması, annesinin uğradığı şiddeti olağan kabul etmesi ve ileride kendi aile hayatında kader olarak bu duruma suskun kalması tüm saadet zincirini erkekler tarafından yönetilmesini sağlamaktadır.
Trans birey cinayetleri cinsiyetsiz kabul edilen, ölümde bile arafta bırakılan istatistiklere sahiptir. Sex işçiliği yapan kadınların maruz kaldığı şiddet hem cinsel, hem fizikseldir. Toplumun dışına itilen, yaşadıkları şiddeti hak ettikleri düşünülen, adalet önünde şiddet uygulayıcılarına hafifletici sebepler olarak sunulan yaşam tarzları nedeniyle bu bireyler yok sayılmaktadırlar. Düşük sosyoekonomik seviye nedeniyle sağlık hizmetlerine erişimde de sorun yaşayan bu kadınların cinsel yolla bulaşan çok sayıda hastalığa açık ve sahip olmaları da toplum sağlığı için acil ilgilenilmesi gereken, büyük bir sorundur. Kimseyi yok sayarak sorunları çözemeyeceğimiz bir gerçek. Konuya gözlerini kapatanlar için bir sıralama; hastalık bulaşmış bir hayat kadınıyla (ona da başka hasta bir erkekten bulaşmıştır) korunmasız ilişkiye giren erkek hastalığı kapar, sonra eşine, sevgilisine bu hastalığı taşır, hastalığı kaptığından habersiz kadın hamile kalır, çocuk doğurur, hastalık çocuğuna bulaşır... İşte sorun tüm toplumun görmezden gelemeyeceği hale gelmiştir bile.
Kadın cinayetleri politiktir. Kadın sorununa erkek egemen bir bakışla çözüm üretemezsiniz. Adalet sisteminin şiddet uygulayanı tavizsiz, indirimsiz cezalandıracağını bilmezse ve inanmasa hangi kadının şikayetçi olabileceğini düşünüyorsunuz? Kolluk kuvvetlerinin tam bir güvence veremediği, koruma kararı verilen kadınların bile öldürülebildiği bir sistemde şiddeti kader kabul etmekten başka çözüm yolu bulamayan kadına kim kızabilir? Boşanma ya da ayrılma durumunda öncelikli kendi ailesi tarafından baskı, caydırma ve şiddet gören kadının sosyal devlet yapısı altında nasıl yeni yaşam tesis edebileceğinin garantisi var mı? Can güvenliği sağlansa da yaşamına sosyoekonomik olarak hangi yardımla devam edebilecek, varsa çocuklarına nasıl bakacaktır ve o çocukların eğitim ve imkanları nasıl sağlanacaktır?
Tüm bunlar için şiddetin yok edilmesi için aile yapılarının baştan tasarlanması şu anda mümkün değilse de başlatılabilir. Bu süre içinde mevcut durumun mağdurları için; kadın sığınma evlerinin sayılarının arttırılması ve ekonomik anlamda güçlendirilmeleri şarttır. Kadınların ölümünden, tecavüzünden sorumlu sanık erkeklerin haksız tahrik indirimi ya da iyi hal indirimi almalarına asla izin verilmemelidir. Şiddet tehlikesindeki kadınların can güvenliği tam sağlanmalı, geçinme, barınma sorunlarına çözüm üretilmelidir.
Bu yazıyı yazmaya karar verdiğimden beri üç kadın daha kocası ve sevgilisi tarafından öldürüldü. Senin, benim, bakıp suskun kalan hepimizin şiddetin tam göbeğindeki bizlerin dur demesi gerekiyor. Yetiştiğimiz evden, yetiştirdiğimiz evlatlardan başlayarak. Çok acil, hemen şimdi.
Katkılar;
-Sosyal Politikalar Çalışmaları Yıl: 13 Cilt:7 Sayı: 30 Ocak- Haziran 2013, Yrd. Doç. Dr. Elif Gazioğlu Kadın Cinayetleri: Kavramsallaştırma ve Sorunlu Yaklaşımlar
-DEÜ Tıp Fakültesi Dergisi, Cilt 25, Sayı 2, Mayıs 2011 S119-126, Hatice Şimşek, Toplumsal Cinsiyet Eşitsizliğinin Kadın Üreme Sağlığına Etkisi: Türkiye Örneği
-Türkiye İstatistik Kurumu istatistik verileri