Büyümek ne kadar da zor. O kadar çok şey öğrenmek zorundayız ki. Sonra onları deneyimleyip, kişiliklerimizin oluşmasında kullanıyoruz. Bir çoğumuz masallarla büyüdük. Andersen masalları, Ezop, La Fontane, Grimm Kardeşlerin derlediği halk masalları, Keloğlan masalları ilk anda aklıma gelenler. Üzerlerinde tek tek düşününce bu masalların masal olmaktan çıktıkları ne çok yerler var aslında. Korku, şiddet, seks, anti-feminizm dolu, ara tonların olmadığı pür iyilik-kötülük halleri, zenginliğe, güzelliğe, güce hayranlık uyandıracak ve hep kahraman olmanın peşinde olunduğu anti-kahramanların yerin dibine sokulduğu masallar. Gelin bir de böyle bakalım masallara. Ben sadece bir tanesini anlatayım size mesela.
İki kardeşin hazin hikayesinin daha ilk satırında annelerinin ölmüş ve üvey anne ile yaşamak zorunda kaldıklarını duyarız. Ve hayatımızın orta yerine iki kavram acımasızca aynı anda girer; annenin ölebilir olduğu bilgisi ve aileye sonradan gelen tüm kadınların kötü olduğu. Öyle çabucak geçiştirilebilecek bir şey değilken bunu iki kardeşin kabullenmiş olduğunu anlarız. Üvey anne bir cadı gibi, kocaman burunlu, kötü suratlı, çirkin resmedilir ve hep kendinden olmayan bu çocuklardan kurtulmak ister. Buna karşılık zavallı (!) bir baba vardır. Çocuklarını çok sever ama bu kötü kadının her dediğini yapmak zorundaymış gibi onları ormana bırakırken hiç sorumluluk almaz. O babayı hep sever, ona hep beraber acırız. Çünkü açlık çok ciddi bir sorundur ve dört kişi yaşamlarına devam etmeye çalışırlarsa hepsi birden kısa sürede aç kalacak ve öleceklerdir. Onun için sayıyı azaltarak yiyeceğin daha uzun onlara yetmesini sağlayacaklardır. Üvey anne aslında hayatta kalabilmek için kurban vermektedir. Bir çok efsanede ve inanışta yeri olan bu ritüel, kendi çocuklarını kurban ettiğinde kutsiyetken masalda canavarca bir duruma dönüşür.
Bu masalların çıkış noktaları var tabii. Geç ortaçağ döneminde açlık, salgın hastalıklar, savaşlar nedeniyle çocukların ormana ya da uzaklara terk edilmesi sık rastlanılan bir durummuş. Bu masalın sonunda tanımadığınız birinden gelecek cömertliğe şüphe ile yaklaşılması öğütlenmek istenirmiş.
Basit bir matematik hesabıyla, ‘adadan kim gidecek?’ sorusunun cevabı çocuklardır. Zayıf olanın kendini zekasıyla kurtarabileceği ihtimali kısa süre de olsa bize gösterilirken sonra o işin o kadar da kolay olmadığını anlarız. Çakıl taşları toplamak iyi fikirdir ama eve döndüğünde orada nasıl kalacağının planını da yapmayı bilmezsen zayıf olanın ormanda tekrar yalnız bırakılacağını öğreniriz. Kurda kuşa yem olmak tam da böyle bir ihtimaldir ormanın ortasında. Çünkü ikinci denemedeki eve dönüş planını kuşlar yer. Kurtlar da havanın kararmasını beklemektedir. Gece çöktüğünde dışarısı çok tehlikelidir. Hele de ailelerinden ayrı çocuklar için hiç uygun değildir. Bakın daha ne bilgiler var masalın içinde fark etmeden benimsediğimiz.
İki kardeş için ormanda geçen gece, açlık ve korku önlerine şekerlemelerden kocaman bir evin çıkmasıyla biter. Hepimiz rahatlarız ve tatlıları mideye indirmek için iştahlanırız. Oysa basit şekerin tehlikeli olduğu bilgisi de daha Karatay’dan çok önce kodlarımıza masal aracılığı ile yazmışlardır bile. O evi hayal etmeyenimiz var mıdır ki? Hansel ve Gratel evin kapısını, penceresini yemeye başlamışken evin sahibiyle karşılaşırız. Başkasının evini, malını yemek doğru değildir. O tatlı ihtiyar çocukların açlıklarını bilir ve onları evine alır. Karşılıksız iyiliklerin masal dünyasında bile olmayacağını kısa sürede anlarız ki gerçek dünyada hayal kırıklığı yaşamayalım. Çünkü o tatlı ihtiyar en büyük açtır ve evi yedirerek büyüteceği bu çocukları daha sonra kendisi yiyecektir. Küresel sermayeyle tanıştık işte. ‘Sana tanımadığın biri şeker verirse sakın alma çocuğum’ öğüdünün de böyle bir yerden gelme istimali var mıdır acaba?
Bir geceden ibaret mutluluk Hansel’in hapsedilip, Gratel’in çalıştırıldığı bir kabusa döner. Gratel kız çocuğudur ve yemek yapmak, evi temizlemek ve abisini beslemek onun sorumluluğundadır. Cadı bile ataerkil bir düzen içinde yaşamaktadır. Ama üstün güçleri olmasına rağmen yaşlanmış olması onun da görme sorunları yaşamasına sebep olur. Eve tekrar dönebilmek için çakılları akıl eden Hansel yemekleri yese de görüşü zayıflamış cadıyı tavuk kemiğini parmağıymış gibi göstererek hiç kilo alamadığına inandırır. Yani Hansel kurnazdır. Gratel safı ise tüm gün çalışır, didinir, babasının evinden farksız yaşamaya devam eder. Şekerlemeden yapılmış bir evin içinde açlık çeker. Kardeşlerin birbirlerine olan bağlılıkları masaldaki en gerçek görünen hikayedir.
Cadıyı kazana itmek, abisi için küçük bir kızın katil olma hikayesidir. Ve bu suç ikisi arasında susulur. Onlar cadıyı öldürdükten sonra ormana dönerler. Nedense bu kez korkuları azalmıştır. Çünkü ormanda terk edilmiş, tutsak alınmış, eziyet edilmiş, sonunda katil olmuş, artık çocukluktan çıkmışlardır. Etrafımızda bize doğru yaklaşan sokak çocuklarından korkuyor olmamız bu dönüşümü gene kodlarımızda masallarla öğrendiğimizden olmasın?
Evin yolunu bulabilen Hansel ve Gratel’i evde bir sürpriz beklemektedir. Çünkü babaları çok pişman olmuş ve üvey anneden ayrılmıştır. Ve çocuklarını görünce çok mutlu olmuştur. Peki baba neden çocuklarını aramak için ormana gitmemiştir kimse sormaz. Üvey anne ve cadı iki kadın figür masalın gerçek kötüleri olarak işlenir hafızalarımıza. Hesap sormadığımız baba ise çocuklarının cadının evinden çaldıkları ve bir de hırsız oldukları altınlarla mutlu bir hayat yaşar.
Hansel ve Gratel acaba büyüyünce nasıl insanlar oldular merak etmeyiz. Çevremizdeki onca evsiz çocuğun akıbetlerinden bihaber yaşamayı seçtiğimiz gibi. Bazen hayatı gösterdikleri gibi değil de tesrinden okumak gerek. Bizler büyüdük ve kirlendi dünya...