Çevre hareketleri artık devletin gözünde “masumiyetini” kaybetmiş durumda. Bunun en büyük kanıtlarından biri TBMM’ye geçen hafta gönderilen yasa tasarısı.
Önce “neden masum?” ve “neden artık değil?’ sorularından başlarsak…
Çevre örgüt, eylem ve kampanyaları Türkiye’de ancak 1980’lerin sonundan itibaren sahne almaya başladı. Bu dönemde uygulanmaya başlanan serbest piyasa ekonomisi modeli çerçevesinde doğanın ve doğal kaynakların sonu hiç gelmeyecekmiş gibi aşırı kullanımı kuşkusuz çevre hareketlerinin yükselişinde önemli bir paya sahip.
En az ekolojik sistemi geri dönülmez şekilde tahrip edilmeye başlanması kadar, çevre hareketlerinin bu dönemde sahip olduğu ‘görece fırsatları’ da hesaba katmak gerek. Buna göre, iktidarların gözünde çevre hareketleri –feminist hareketle beraber- devletin âli çıkarlarını daha az tehdit eden unsurlar olageldi. Devletin bekasına, toprak bütünlüğüne ve laikliğe tehdit oluşturmuyorlardı. Yani bastırılması öncelikli bir Kürt hareketi ya da –belirli bir süre için- başörtüsü meselesi ekseninde dönen İslami hareket gibi değildi.
Çevre hareketleri, uzun süre devletin dikkatini fazla çekmeyen; çekse de ‘zararlı’ olduğu düşünülmeyen oluşumlardı. Bu da, çevre hareketlerine görece daha rahat bir hareket alanı sağlamaktaydı.
Çevre hareketlerinin yakın zamana kadar devletin tehdit sıralamasında alt sıralarda kaldığını söylerken, görece lafının altını çizmek gerek.
Çevre hareketleri devletin özellikle Kürt hareketine yönelttiği üst düzey şiddet kullanımını yaşamadı. Ama bu, herhangi bir baskıya maruz kalmadığı anlamına da gelmez. Örneğin, çoğunlukla devlet tarafından yok sayıldılar. Birçok kez yargının verdiği kararlar yürütme tarafından uygulanmadı. Ya da Bergama’da olduğu gibi casuslukla suçlandılar. Yeri geldiğinde jandarma/ polis dayağı ve gözaltılar da cabası.
***
Ancak işler çevre hareketleri için artık değişmeye başladı. 1990’ların başından itibaren siyanürlü altın madenciliğine karşı çıkan Bergama Hareketi ve Mersin-Akkuyu Nükleer Karşıtı Kampanya ile başlayan süreç HES direnişleri, Gerze’deki termik santral karşıtı hareket ve diğerleri ile devam etti.
Artık çevre hareketleri izlenen ekonomik modele ve olmazsa olmaz diye sunulan dev projelere ‘ayak bağı’ olmaya başlamıştı.
Çevreci nedenlerle fitili ateşlenen Gezi Parkı direnişi de bu zincirin son halkası oldu.
Gittikçe başına bela olan çevre ve -aynı familyadan sayılabilecek- kent hareketlerinin karşısında hükümet, son zamanlarda bazı köklü yapısal değişiklikler yoluna gitmekte.
Somut adım geçtiğimiz hafta hükümet adına Başbakan Recep Tayyip Erdoğan tarafından imzalanan “Danıştay Kanunu ve Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı”nın TBMM’ye gönderilmesi ile atıldı.
Bu yasa tasarısıyla çevre davalarını yakından ilgilendiren iki yeni hukuki kavramla tanışmak üzereyiz: “grup dava” ve “ivedi yargılama usulü”.
Birincisinden başlarsak; idare mahkemelerinde açılmış aynı konudaki davalar “grup dava” olarak değerlendirilecek. Bu davalardan biri ilgili mahkemece öncelikli olarak karara bağlanacak. Sonra, dava Danıştay’a gidecek ve dava hakkındaki nihai kararı belirlenecek. Ve bu karar, sürmekte olan gruptaki diğer davalar için de emsal teşkil edecek. Yani çuvaldaki diğer tüm davalar Danıştay’ın örnek dava hakkında verdiği karara göre sonlandırılacak.
İkinci büyük değişiklik ise “ivedi yargılama usulü”. Buna göre, geciktirilmeden karara bağlanması gerektiği söylenen bazı davalar hızlandırılmış bir yargı sürecine tabi tutulacak. Bu kapsama acele kamulaştırma, Turizmi Teşvik Kanunu çerçevesinde yapılan işlemler, çevresel etki değerlendirme işlemleri, Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun uyarınca alınan Bakanlar Kurulu kararları –yani kentsel dönüşüm proje ve kararları- ile ilgili davalar alınmış.
“İvedi yargılama usulü” uygulanacak çevre ve kent ile ilgili davalarda, dava açma ve savunma süreleri 15’er günle sınırlı olacak. Temyiz etme süresinin ise sadece 7 gün olması planlanıyor.
İdari dava açma süresi de 60 günden 30 güne indirilmekte.
***
Yasa tasarısının ne anlama geldiğine ve olası sonuçlarına hukukçuların gözünden bakmakta fayda var.
Bugüne kadar Bergama Hareketi dâhil çevreyle ilgili birçok davanın savunmasını üstlenen hukukçulardan T24 için yasa tasarısını değerlendiren Yeşiller ve Sol Gelecek Partisi’nin eski eş sözcüsü avukat Arif Ali Cangı, T24 için yasa tasarısını değerlendirdi.
Tasarının kent ve çevre hareketleri için hukuki açıdan birçok engel ve olumsuzluğu getirceğini söyleyen Cangı’nın değerlendirmesinde ana hatları şöyle:
-Ekoloji ve toplumsal konuları ilgilendiren davalar uzun bir hazırlık dönemi gerektirmekte. Öte yandan, dava açma süresinin 60 günden 30 güne indirilmesi, dava hakkının sınırlandırılması anlamına geliyor.
-İvedi yargılama usulü ile gelen kısıtlı dava açma, savunma ve temyiz süreleri “adil yargılama için gerçekçi süreler değil”. Cangı’nın bu usulle ilgili dikkat çektiği bir başka nokta ise hızla yapılan yargılamaların hukuksal denetime izin vermeyecek olması ve karar düzeltme hakkının kaldırılmasının adil yargılanma konusunda zafiyet yaratacak olması. Kısacası, Cangı’nın deyişiyle “ivedi yargılama usulü” ile “yangından mal kaçırırcasına yargılama ya da dostlar alışverişte görsün yargılaması getirilmekte.
-‘Grup dava’ kavramı ile de her bir davanın kendine has gerekçe ve savunmaları göz ardı edilecek. Cangı bu durumu şöyle özetlemekte: “Davacıları, konuları farklı olan ve doğal olarak her somut olayda farklı sonuçlara varılabilecek işlemler aynı işlem gibi değerlendirilip, birisinde verilen kararlar kopyalanarak, diğerlerine yapıştırılacak ve temyiz hakkı olmayacak. Yani, kes-yapıştır yargılaması geliyor.”
-Dahası, ülke çapında uygulanan düzenleyici işlemler ile uygulama işlemlerinin iptali için toplu dava açılamayacak. Oysa çevre ve kent ile ilgili birçok dava, çeşitli kurum, örgüt ve kişilerin bir araya gelmesiyle toplu hâlde açılmakta. Böylelikle, hem masraflar paylaşılıyor; hem de davaların ehliyet yokluğu nedeniyle reddedilmesinin önüne geçiliyor. Cangı’nın da belirttiği gibi “[d]eğişiklikle özellikle çevre ve ekoloji hareketlerinin örgütlü dava açmalarının önüne geçilmeye çalışılmakta.”
Benzer şekilde, konuyu ilk günden itibaren takip edip, gündeme getiren avukat Can Atalay da geçtiğimiz hafta Bianet’e yaptığı değerlendirmede benzer olumsuzlukların altını çizerken, tasarıyı “kentler ve kentliler açısından çok zorlu bir döneme girileceğinin işareti” olarak niteledi.
***
Bir siyaset sosyologunun gözlüklerinden bakıldığında ise; yasa tasarısı, çevre hareketlerinin devletin tehdit sıralamasında üstlere tırmandığını gösteriyor. Çevre hareketleri, bugüne kadar tabandan gelen eylemler ve paralelinde yürütülen hukuki mücadele olmak üzere iki temel ayak üzerinde yükselmekteydi. Şimdi, birinden mahrum bırakılarak kolu-kanadı kırılmaya çalışılıyor.