Greenpeace geçtiğimiz hafta çok büyük bir başarıya imza attı. Önce, 2011 yılında, üretiminde zehirli maddeler kullanan firmaları tespit etti. Sonra bu firmaları çevreye ve insan sağlığına zarar vermeyecek şekilde üretim yapmaları için zorladı. Birçok firma bu çağrıya kulaklarını tıkamadı ve zehirli kimyasalların artık kullanılmayacağına dair söz verdi. Ancak Zara firması bu çağrıya uymadı. Buna karşılık Greenpeace bir adım daha ileriye giderek, Zara’ya karşı dünya genelinde bir kampanya başlattı.
Kampanya, duyarlı tüketicilerin geniş katılımıyla kısa zamanda büyüdü. Twitter’daki “Zara’yı detoksla” hesabının izleyici sayısı dünya genelinde tam 7.611.033’e ulaştı. Türkiye’de de yürütülen kampanya çerçevesinde, 300 binden fazla sayıda insan, kampanya için imza verdi. On binlerce insan e-mail ve tweeter yoluyla Zara merkezine “zehirlerden arının” mesajları yağdırdı. 700’den fazla Greenpeace eylemcisi, 20 ülkede Zara dükkanları önünde vitrin mankenleri ve pankartlarıyla eylem yaptılar.
Sonuç olarak, dünyanın bir numaralı giyim şirketi Inditex grubu, bünyesinde barındırdığı Zara ve diğer 7 marka için üretimlerinde zehirli kimyasalların kullanımını –aşamalı da olsa- 2020 yılına kadar sonlandıracağını ilan etti. Böylelikle, yer altı ve yerüstü sularına salınan zehirli kimyasallar biraz da olsa azalacak. İnsanlar da en azında üzerlerine giydikleri kıyafetlerden geçen zararlı kimyasallara daha az maruz kalacak.
Bu başarı sadece 8 gün – evet yanlış okumadınız, sadece bir haftadan bir gün fazla- süre zarfında elde edildi. Belki de Guiness rekorlar kitabına girecek kadar kısa süren başarılı kampanyanın sırrı neydi?
Greenpeace kampanyasının can alıcı noktası, dünya genelinde tüketicilerin seferber edilmesi…
Küresel kapitalizmin baş aktörleri olan ulus-ötesi şirketler için dünya koca bir pazar. Kadın veya erkek; Türk, Kürt, Laz, Amerikalı, İngiliz veya Kongolu; Müslüman, Hıristiyan veya Budist; siyah veya beyaz fark etmeksizin herkes hedeflenen tüketiciler olarak tanımlanmakta.
Tabi, dünya genelinde bu firmalar için çalışan işçiler de var. Ancak, söz gelimi, çalışma koşullarına karşı hareket geçseler, ulus-ötesi şirketler bir üretim noktasından öbürüne kolaylıkla geçmekte. Kısaca, kolları, kanatları kırılmış durumda.
Söz konusu tüketiciler olduğunda ise, ulus-ötesi şirketler hiç de fütursuzca davranmamakta. En ufak bir söylenti bile, dünya genelinde birbiriyle e-mail, tweeter ve facebook’la bağlı tüketiciler arasında hızla yayılmakta. Hızla kampanyalar düzenlenmekte; boykot çağrıları yapılmakta. Bu yüzden de, ‘yeşil göz boyama’ (İngilizce’de ‘green-washing’) uygulamasıyla şirketler aslında ne kadar ‘çevreci’ olduklarının ispatı yarışında. Gözleri boyayamadıkları noktada ise, ip ellerinden kaçmakta.
Greenpeace’in Zara’ya karşı düzenlediği kampanya, tüketicilerin gücünün tek örneği değil.
Reporter Brazil isimli Brezilya merkezli kuruluş, geçtiğimiz Ağustos ayında yayınladığı raporda, Zara için Brezilya’da üretim yapan fabrikalarda işçilerin ‘sağlığı tehdit eden ve riskli iş ortamında’ çalıştıkları ileri sürülmüştü. Raporda, Zara için pantolon üreten işçilerin, günde 16 saat çalışmaya zorlanırken, pencereleri bile olmayan fabrikada zorla tutuldukları belirtilmekteydi. Üstelik, Bolivya’lı ve Peru’lu işçiler arasında 14 yaşında bir kız çocuğu vardı. Brezilya’da Zara için üretim yapan 30 fabrikada daha benzer koşullar altında üretim yapıldığından şüphelenilmekte. (Guardian, 18.08.2012).
Zara’ya karşı boykot çağrıları da gecikmedi. Bunun karşısında hareket geçen Zara yetkilileri topu taşeron firmalara atarken, ilerleyen zamanlarda etik üretim konusunda daha dikkatli olacağına söz verdi.
Dünya genelinde, Zara dışında başka şirketlere karşı uygulanmış birçok başarılı kampanya bulunmakta. Gıda sektörünün devlerinden Nestle’ye karşı 1977’de yürütülmeye başlanan kampanya bunların en bilinenlerinden. Nestle, piyasaya sürdüğü yeni bebek mamasını Afrika’da, çeşitli promosyonlar dağıttıkları hastane çalışanlarının da yardımıyla, yeni doğum yapan annelere mamanın anne sütünden daha besleyici olduğunu söyleyerek pazarlamaktaydı.
Ancak, mama iddia edildiğinin tersine besleyici olmaktan çok uzaktı. Üstüne üstlük, mamayı hazırlamak için kullanılacak temiz suyun birçok yerde bulunamaması, bilgi eksikliği veya yeterli şartların olmaması gibi nedenlerden dolayı, bebeklerin hayatına mal olacak bir besin kaynağına dönüşmekteydi.
Kampanya koalisyonu, 1980’lerin başında dağılmış olsa da, 1988’de tekrar canlandı. 100 ülkede 200’den fazla üyesi olan International Baby Food Action Network (IBFAN), çocuk hakları savunucusu Save the Chidren ve bebeklerin sağlıklı beslenmeye erişimini savunan Baby Milk Action gibi uluslararası NGO’lardan oluşan koalisyon kampanyayı hâlen sürdürmekte.
Gerçi, Amerika ve Avrupa’da yayılan kampanya, Nestle’nin bebek mamasını piyasadan çekmesine neden olmadı. Nestle hâlâ çeşitli yollarla iddiaları püskürtmeye çalışmakta. Ancak, her an izleniyor olması, pazarlama adımlarını daha dikkatli atmasına neden oluyor.
Bir diğer kampanya ise, ürettiği ayakkabılarla dünyada birçok basketbolsever gencin rüyalarını süsleyen Nike şirketine karşı sahnelenmişti. Reklam kampanyalarında gelmiş geçmiş en büyük basketbolcu olan Michael Jordan’a milyonlarca dolar veren Nike, Asya’daki fabrikalarında çocuk işçileri günde bir doların altında ve insani olmayan şartlarda çalıştırmaktaydı.
1990’lar ve 2000’li yılların ilk yarısı boyunca, feminist gruplardan, üniversite öğrencilerine kadar geniş bir yelpazeden birçok grup ve bireyin oluşturduğu koalisyon, Nike’ın reklam sloganına gönderme yaparak “Just Don’t Do It” (Sadece Yapma) dediler. Nike şirketi de düzenlenen kampanya ve boykot karşısında duramadı ve daha etik üretim şartlarının sağlanması konusunda adımlar attı.
Bu örnekler daha da çoğaltılabilir. Kısaca, tüketici olarak bizlerin, ulus-ötesi şirketlerin insan haklarına ve çevreye daha saygılı olmasını sağlayacak büyük bir gücü bulunmakta.
Ancak bu gücün sınırlarının da olduğunu fark etmek gerek. Bu boykotlar, kapitalist küreselleşmenin yol açtığı sorunların sadece bir kısmını törpüleyebilmekte. Kapitalizmin daha insani bir hâle sokulup sokulamayacağı bu yazının sınırlarını aşacak büyüklükte ve derinlikte bir soru. İnsani bir kapitalizmin olabileceği varsayıldığında bile, tüketiciye dayalı boykot ve kampanyaların alacağı daha çok yol var.
Öte yandan, tüketicinin gücü bireylerin ihtiyaçlarından fazlasını tüketiyor olmasından geliyor. Ancak küresel düzeyde ortaya çıkan ekoloji, insan hakları ve eşitsizlik sorunlarının altında yatan temel neden ise yine aşırı tüketim. Kısaca, söz konusu olan kendi kendini yok etmesi pek muhtemel bir güç.
Basit bir benzetmeyle, tek tek ağaçlar kurtarılırken, koca bir orman tehlike altında. Ne var ki, tüketici gücü, ormanı kurtarma yolunda, insan hakları, ekoloji ve etik diyenlerin güçlerini sınama, sınırlarını fark etme ve yeni yollar keşfetmeleri için en önemli kaynak.