Herkes biraz yorgun ve buruk hissediyor mu?
‘Biraz’ dediysem de bakmayın; yaşadığımız içten içe kemiren ve ağızlarda kekremsi bir tat bırakan yoğun bir boşluk hissi.
İşte bu Gezi Parkı etkisidir. Ama sürecin bu aşamasında Gezi Parkı hayatının şimdilik ortadan kaldırılmasıyla meydana gelen anlık, geçici bir etki. Şöyle ki…
Gezi Parkı süreci birbirini besleyen iki tip dayanışma ağı arasında gidip geldi. Burada dayanışmadan kasıt, hiyerarşisiz, önyargısız, paylaşımın had safhada olduğu birey, grup ve örgütler arası kurulan bağlar deyip, özetleyelim:
Önce, direnişçiler, ağaçların sökülmesine tepki olarak çadırlarını kurdular. Üç gün boyunca forumlar, konserler ve danslar eşliğinde festival tadında yeni bir ‘park hayatı’nın ilk adımını attılar.
Sonra, polisin gayri-meşru ve irrasyonel müdahalesi geldi. Ekoloji aktivistleri tarafından oluşturulan ‘park-içi- dayanışması’, bir başka dayanışmaya, polis şiddetine karşı çıkılan ‘barikat-arkası dayanışma’ya dönüştü.
Bu defa, çok daha geniş bir kalabalıktı toplanan. Acımasızca atılan gaz bombaları karşısında vicdanlarının sesini dinleyen kitleler Taksim ve çevresine aktı.
Park geri alındı. 2 hafta boyunca da ‘park-içi-dayanışması’ tekrar şekillendi. İnsanlarda artık ‘harekete geçersem, etki edebilirim’ düşüncesi hâkim oldu. Buna bağlı olarak park-içi dayanışma genişledi, çeşitlendi. Mekansal sınırlarının dışına taştı. İstanbul ve Türkiye genelinde bu meseleyi dert edinenlerin tek konusu oldu.
Devlet tabi ki buna göz yummadı. Sahip olduğu baskı aygıtlarını herhangi bir etik veya yasal kaygı gözetmeksizin tekrar kullandı. Önce Taksim Meydanı’nı ‘temizledi’. Sonra doğrudan parkı hedef alarak orada yaratılan dayanışmayı dümdüz etti.
Karşılığında ‘barikat-arkası dayanışma’ umulmadık bir şekilde tekrar canlandı. Kitleler, ‘acaba bir kereye mahsus bir refleks miydi?’ sorusuna yer bırakmadan, parkını geri alabilmek için Taksim’e çıkan yollarda birikti. Yine polis şiddetine karşı dayanıştı.
Çünkü, Türkiye’de toplumsal hayat ve buna bağlı olarak sivil toplum alanı geri dönülmez bir yola girdi.
Şimdi, birbiriyle iç içe geçmiş bu iki tip dayanışmanın çeşitli unsurlarına bakarak, toplum içi ilişkilerdeki dönüşümün izini sürelim.
***
Önce park-içi dayanışmadan başlayalım.
Gezi Parkı eylemlerinin temel çıkış noktasını hatırlarsak, aktivistler yeşil alanlar ve diğer ekolojik konularla ile ilgili projelerin siyasi karar alma mekanizmalarına katılım hakkı istemekteydiler. Sonrasında, kendi hayatlarına dışarıdan müdahale edilmesine ve polis şiddetine karşı çıkanların katılımıyla direniş bir anda çığ gibi büyüdü.
Gezi Parkı artık temel hak ve özgürlüklerin talep edildiği bir karşı duruşun sembolü hâline geldi. Bir anlamda, liberal temsili demokrasinin gereklerinin yerine getirilmesi talebi protestoların ana ekseni oldu. Ama orada kalmadı. İstenen doğrudan katılımın sağlandığı radikal demokrasiye geçişti.
Bunu da sadece itiraz etmekle, eleştirilerini sıralamakla ifade etmediler. Kendilerini sadece siyasetin kurumlarından reform ve politika değişikliği gibi taleplerle sınırlandırmadılar.
Aynı zamanda, alternatiflerin ne olması gerektiğini yaşayarak gösterdiler. Kamusal bir alanın asıl sahiplerinin kendileri olduğunu hatırlattılar. Bu da katılımcıların düşünce ve pratiklerini dönüştürmeye başladılar.
Bir anlamda meselelerini Türkiye’de örneği fazla görünmeyen “talebini-gerçekleştiren hareket” şeklinde de ortaya koydular.
Ortaya çıkan yatay, lidersiz ve esnek örgütlenme modelini park hayatına yansıması sonucunda, yiyecek ve içeceğin bedava olduğu ‘devrim’ marketiyle, kütüphanesiyle, tıp çalışanlarının gönüllü hizmet verdikleri reviriyle, mescidiyle, organik bostanıyla değişik bir hayat şekillendi. Bu ortak yaşamın en büyük özelliği de çeşitliliği idi.
‘Masum’ çevrecilerin, feministlerin, LGBT’nin ve bağımsız bireylerin yanında ‘eski’ sola ait örgüt ve partiler de vardı. Her ne kadar ‘marjinallerin’ bir kısmı eski refleksleriyle alanı ele geçirmeye de çalışsa da, münferit sayılabilecek bu girişimler başarılı olamadı ve kimse alanda hakimiyetini kur(a)madı.
Aksine, daha önce yan yana durmaları bile düşünülemeyecek birçok Kemalist, Kürt, devrimci grup, örgüt ve parti birbirini boğmaya, dışlamaya çalışmadan aynı mekânı paylaşmayı öğrenmeye başladılar. Birbirleriyle temas ettiler. Çevre, insan hakları, kadın gibi tek mesele odaklı hareketler ve bağımsız bireylerle beraber demokratik haklarını talep etme paydasında birleştiler. İşte, bu çeşitliliğin sonunda bir araya gelebilmesi başlı başına bir kazanım.
Aynılaştırmaya çalışmadan eşit olma ve çeşitliliğin bütün renkleriyle sağlanması hâli karar alma mekanizmalarına da yansıdı.
Bu yatay, lidersiz, esnek örgütlenme modelinin sonucunda temsil yetkisine tamamen sahip bir siyasi irade çıkmadı. Bu durumda kararların alınması da oldukça zorlu bir mesele hâline getirdi. Öyle ya, katılımcı demokrasi ideali çerçevesinde, örgütlü, örgütsüz herkesin düşüncelerini ifade edebilmesi ve kararların sağlanacak konsensüs üzerinden verilmesi gerekmekteydi.
Hazır bir reçetesi bulunmayan bu sistem, ancak dinamik bir aktörler arası karşılıklı öğrenme süreci sonucunda şekillenebilir.
Park dayanışmasında da bu süreç en başından itibaren düzenlenen forumlar yoluyla başlatıldı. Hükümetle görüşmelerin ertesinde alınan karar için herkese açık toplam yedi forum düzenlendi. Konuşulanlar seçilen üç temsilci tarafından diğer forum temsilcileriyle paylaşıldı. Taksim Dayanışması’nın koordinasyonunda düzenlenen akşamdan sabaha yaklaşık dokuz saat süren toplantıda, her grup ve örgüt görüşlerini açıkladı.
Forumlar silsilesi, model olarak ertesi güne de taşındı. Katılımcı tartışma ve karar alma ortamının ilerleyen günlerde de sürekli olarak devam edeceği anons edildi. Ama polis müdahalesi eylemcilerin kendi sorunlarına kendilerinin çare üretmesine izin vermedi.
Genel atmosferi yansıtmak için, forumlardan birinin bir bölümünde söz alan katılımcılara göz atalım: 1 Budist genç, 2 Kemalist genç, 2 tane örgütlü devrimci genç, AKP’ye oy vermeyeceğini ilan eden 1 AKP seçmeni, 1 memur emeklisi ve 2 tane bağımsız 90’lar kuşağı genci.
Konuşulan konular, parkın gelecekteki düzeninden, AKP ile aynı anda miting düzenlemenin sonuçlarına kadar eylem biçimi, park içi organizasyon ve seçilecek stratejiler hakkında her tür mesele.
Kendini 90’lar kuşağının bir üyesi olarak tanımlayan genç, örgüt flama ve pankartlarının yaygınlığından şikayetçi olup, kendilerini hiçbir siyasi partinin temsil etmediğini söylerken “Biz apolitik değiliz, ama politik de değiliz” deyip eski siyasi pozisyon ve duruşlara tavrını net bir şekilde koydu. Buna karşılık, işsiz ama ‘örgütlü’ bir diğer genç ise, örgütlerin siyasetin normal bir parçası olarak kabul edilmesi ve parkın herkese açık olması gerektiğini anlattı.
Kısaca, Gezi Parkı forumlarından aktarılan bu kısa an bile ne kadar farklı bir durumla karşı karşıya olunduğunun bir işaretidir. Ne ‘masumlar’ söylendiği kadar naif ve kandırılmaya müsait; ne de ‘marjinaller’ doğrudan müdahale edecek kadar güçlüydü. Fikir ve amaç ayrılıklarını tartışarak ama kavga etmeden, konuşup, bir arada hareket etmenin yollarını aramaktaydı. Polis müdahalesi buna da izin vermedi.
Bu süreçlerin sonu hedeflendiği gibi özgürlükçü, eşit ama aynılaştırmayan bir siyasi ortama varır mı? Kestirmesi güç. Ama umutlandıran bir arayış başlamıştı.
Peki tüm bu gelişmeler tamamen yok mu edildi? Hayır daha bitmedi. Mesela, alınan bir son dakika haberine göre, İstanbul’un çeşitli parklarında toplanılma çağrısı yapıldı. Gezi Parkı’nın taşarak yayılması hâlâ muhtemel.
Park dayanışması, çevresinde gelişen ‘barikat arkası dayanışma’ ile beraber düşünüldüğünde süreklilik arz eden bir toplumsal bir dönüşümün içinde olduğumuz daha iyi anlaşılacak. O da sonraki yazının konusu olsun.
Not: Dün akşam Kadıköy Yoğurtçu Parkı’nda toplanan yaklaşık bin beş yüz kişilik kitle, düzenledikleri forumla çeşitliliğin korunduğu katılımcı demokrasinin iyi bir örneğini sergileyerek Gezi Parkı’na kaldığı yerden devam etmiştir.