Kadıköy tarafında, Göztepe'nin köşkler bölgesinde, o bölgede tek başına kalmış bir özel mülkün bahçe kapısına yanaşıyoruz. Beyaz gömlekli emektar kahya hiç vakit kaybetmeden aracın kapısını açarak içten bir gülümseme ile "Hoş geldiniz" diyor.
Asırlık manolya ve fıstık çamı ağaçları ile bezenmiş yoldan ahşap köşkün ana girişindeki mermer merdivenlere ulaşırken ferforje çardak ve harika döküm bahçe takımları gözüme çarpıyor. Verandadan fuayeye girdiğimizde ise peygamberkılıcı bitkilerinin süslediği varak aynalar ve sedef dolabın ihtişamı göz kamaştırıyor.
Ev sahibesi kapıda herkesi tek tek karşılarken diğer davetliler de peş peşe ve zamanında özel araçlarından inerek mekana giriş yapmaya devam ediyorlar.
Öylesine sıra dışı ki her şey, adeta zamanda yolculuk yapıyoruz. Asırlara meydan okuyan, iplikleri çıkmış ama orijinal goblenlerini koruyan Edirnekari salon takımı, bronz heykeller ve Beykoz gaz lambalarına duvarlardaki orijinal yağlıboyaların yanı sıra Miro ve Picasso eserleri arkadaşlık ediyor.
İkram abartısız ve mükemmel. Opalin lokumluklarda sunulan biraz mumlu balık yumurtası, minik yaprak dolması ve kraker üzerinde lakerda. Tabaklar ve kürdanları ise gözümüzden kaçmıyor, karanfilli ve dore dantel desenli kenarlarının altındaki Osmanlı yeşili fon, evle ve uçuk mavi muare perdeler ile bütünleşiyor.
Yemek odasına geçiyoruz. Masanın ortasında, gündüzden teşekkür için yolladığımız harika bir aranjman var. Geç sonbahara uygun süs kabakları, kasımpatılar ve nilüferler adeta bir natürmort. Her servisin önünde gümüş kapaklı minyon tuzluk ve biberlik, aralara serpiştirilmiş muhtelif baharatlar sanki çiçek bahçesi gibi bir algı oluşturuyor, eski ve amblemli gümüş servisler özenle yerleştirilmiş.
Tabakların yanında içten dışa ve yukarıdan aşağı disiplinse bizi bekliyor. Masada ekmek yerine kristal Venedik kaplar ve bardaklarda kraker, daire kreton ve galetalar var. Herkesin adı özenle kartvizitliklere yerleştirilmiş. Yerlerimizi alıyoruz.
İlk servis çorba. Ev sahibesinden izin alarak bu muhteşem masanın fotoğrafını alıyorum. (Tabii ertesi gün yorumlara göz atmak üzere.)
Cam kasenin içinde yarısı sarı yarısı kırmızı servis edilmiş çorba tarhana ya de mercimek değil. Kırmızı ve sarı biber çorbası. Küçük şahsi tuzluklar uçaktan aşırma değil, Çekoslovak kristali, aranjman içindeki süs kabakları yenmez. Servis takımının griliği alüminyum olduğundan değil gümüş ışıltısından geliyor. Karafların kapaklarından yansıyan görsellerimizi ise kimse bilmiyor.
Kuverin önünde, sol tarafına yavaşça ilişmiş böbrek formunda tabak ise Sacidakis Constantinopolis Limoges üretimi. Aile amblemleri de üzerinde 150 yıldır hala duruyor. Kısaca, hakiki İstanbullular onun kılçık tabağı olduğunu biliyor.
Kahve için kış bahçesine geçtiğimizde ise merdivenlerde adeta bir hayal görüyorum. Atlas sabahlığı peintur desenli bir hanımefendi, silüeti serap olmuş geçmişimde geziniyor.
Aynı zarafet ve nezaket ile ayrılıyoruz.
Bağdat Caddesi'ne ulaştığımızda ise önce bir maganda zigzag atarak yanımızdan geçiyor, bir diğeri dımtıs dımtıs kırmızıda vinliyor. Beton mezarlığı gökdelenler ise çoktan yıldızları kapatmış.
Eskinin kondu semti Fikirtepe'ye ulaştığımızda ise bir bakıyorum "Rant Hilafeti" şaha kalkmış. Kılçık tabağını unutmuş çakma burjuva bayağı gıcık olmaya başlamış.