1970’li yıllarda yazlığımız vardı Kumburgaz’da. Hiç aklıma gelmezdi zulüm, cürüm ve bir gün üzgün gönlüm olabileceği Silivri yüzünden o yıllarda…
Geride sadece Süt-mısır ve Celaliye kavunu kaldı hafızalarda.
O gün, yol boyunca ilerlerken, Ergenekon/Balyoz sürecinde bariyerlere dayandığımız Tarık Akan ve Levent Kırca dahil bir çok aydın vardı ellerimde.
Direniş çadırları, biber gazları ve şiddet eserdi ceza kampüsünün önünde.
O günlerin ayazına nazire edercesine sıcak mı sıcaktı mahkeme salonunun önü. Kimbilir hangi hücrede, hangi hayatlar söndürülmüştü?
Sonra bir kış ortasında apar topar yargılamadan tecrit hücresine attılar beni.
Orasının da koridorları işkence çığlıklarıyla çınlarken dışarısı buz gibi kasıp kavuracaktı herkesi.
Silivrinin içi de dışı da kapkaranlık yaşardı. Aydınlığa susamış vicdanlar koridorlardan her gece dışarı da taşardı.
Kâh yazarlar akademisyenler, kâh öğrenci ve avukatlar. Bazen de masum gencecik er ve erbaşlar.
Cumhuriyet Davası’nda da gittim mahkeme salonuna, seyrettim kumpasları içim kan ağlaya ağlaya.
Kimi zaman ana kapı önünde kimi zaman ana kapıdan tam da içeride. Her seferinde duygusuzlaştım ama cesaretimi hep şahlandırdım Silivri’yi görünce!..
Bu kez Gezi Davası için oradaydım.
Cayır cayır yanan asfaltın üstünde gencecik asker mahkumların yakınlarının gözleri adalet arayan bakışları ile de kucaklaştım.
Vekilinden, direnişçisine, Berkin Elvan’ın ailesinden yabancı delegelere yüzlerce insan da oradaydı benimle.
Silivri bir kez daha tarihe tanıklık ediyordu zalimce.
Uzun uzun yazmaya gerek yok bence. Bir gün belki Silivri de Sultanahmet Cezaevi gibi başka amaçla kullanılacaktır elbette.
Ama bu kez lütfen otel olmasın, ibretlik bir teşhirle dünyanın gözü önünde sorgulansın.
Çünkü Silivrinin önü bir sıcak bir soğuk, bakalım ne zaman özgürlük ve hukuk kokacak ılık ılık ve oluk oluk?..