Ak Parti iktidarı geçtiğimiz sonbahardan beri dış politikada yelkenleri suya indirmiş durumda.
Sırf içerde puan toplamak için gerekmeyen yerde gereksizce bağırdıktan sonra, asıl gereken yerde ses çıkarılmıyor.
ABD Başkanı Joe Biden'ın 24 Nisan açıklamasından, Avrupa Birliği'nin "Doğu Akdeniz'de uslu durun yoksa yaptırım uygularız" tehdidine kadar, asıl itiraz edilmesi gereken durumlarda sus pus olundu.
Bu sus pus olma hali elbette Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın izlediği dış politikaya bir özeleştiriden ziyade, jeostratejik sıkışmışlık ve ekonomik krizin getirdiği bir taktik değişimden kaynaklandı.
Fakat mesele şu ki, bu taktik değişimden istenen sonuç da alınamıyor. ABD karşısında alttan alındı da ne oldu? Halkbank davası bir miktar ötelendi? S-400 yaptırımları daha sıkılaştırılmadı? İktidar açısından günü kurtarmaya dönük bir kaç adım. Yoksa, en son Türkiye'yi çocuk asker kullanımına karışan ülkeler listesine alması gibi ABD Türkiye'nin sinir uçlarıyla oynamaya devam ediyor. Afganistan'da da büyük risk alıp Türk ordusu elini taşın altına koyarken, iktidarın bunun karşılığında aradığını bulacağına dair bir emare de yok.
AB deseniz; Doğu Akdeniz'de yaşanacak sükunet karşısında iki vaadde bulunmuştu, Yaptırım tehdidini askıya almak, başta gümrük birliğinin güncellenmesi olmak üzere pozitif gündem yaratacak bazı adımlar atmak. AB son Haziran zirvesinde yaptırım kozunu çekmeceye geri koydu ama pozitif gündemlik bir şey yapmadı. Gümrük Birliği'nin yenilenmesine dair öyle dolaylı bir söylem kullandı ki; 70, 80'lerdeki Türk bürokrasisi gibi, evrakta feşmekanca eksik, yan daireye git, önce şurda imzaya git sonra gel türünden bir ayak sürüme zihniyeti sergiledi. Türkiye'nin göç anlaşmasındaki taleplerine yanıt bile verilmedi. Al parayı, sus dendi.
Bu dış politikada alttan alma durumuna karşılık bulamayan Erdoğan iktidarı ne yapacak?
İki senaryo var.
Birinci senaryoya göre Türk ekonomisi öylesine kırılgan ki, bu alttan alma dönemi bir süre daha devam edecek.
İkinci senaryoya göre ise, içerde kaybetmekte olduğu desteği geri kazanmak için sunabilecek elinde hiçbir şey kalmayan iktidar, yine çareyi dış politikada kriz yaratmakta arayacak.
Ancak birinci senaryoyu savunanların altını çizdiği gibi mevcut ekonomik durumun ciddi bir dış politik gerginliği göğüsleyecek hali yok.
Ama ya, uluslararası toplum açısından bedeli düşük bir kriz alanı seçilirse?
Kabul edelim ki; Rumlar ne kadar debelenirse debelensin, Kıbrıs konusu dünyadaki en önemli stratejik sorunlar listesinde kendisine üst sıralarda yer bulamıyor. Adanın bölünmüşlüğü kimsenin çıkarını zedelemiyor. Tersine; Türkiye'nin AB sürecini frenlemek için bulunmaz nimet. Rumlara silah ve sempati satmak için de kullanışlı.
Mesele Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının paylaşımı olsa, konu stratejik boyut kazanabilirdi. Ancak hem kaynakların büyüklüğü tartışmalı, hem yatırım yapacak para yok hem de zaten dünya yeşil enerjiye dönüyor.
Dolayısıyla patlat düşük yoğunluklu bir kriz adada, herkesin işine gelsin. AB en fazla ne yapabilir ki. Zaten gümrük birliğinin yenilenmesi olsun, vize serbestisi olsun, beklentilerin karşılanmayacağı ortaya çıkmış durumda. AB'nin yaptırım kartını çekmesini gerektirmeyecek düşük yoğunluklu krizin maliyeti minimumda tutulabilir.
Aslında neredeyse yarım yüzyılı aşkın bir süre denenip başarılı olamamış çözüm süreçleri yerine, Türk tarafının anlaşmalı bir boşanmayı, yani iki devletli çözümü hem dışarıda hem içeride daha makul yöntemlerle anlatma imkanı var. Özellikle bu fikre KKTC'de muhalif olanların, tepeden bastırarak değil de diyalogla ikna edilmesi mümkün olabilirdi. Ancak iç politikadaki hoyratlık dış politikanın da genel kuralı haline gelmiş durumda.
Bu durumda kabak KKTC'nin başına patlayacak. Kıbrıs Türklerini düşünen yok.