Bundan birkaç yıl önce, Türkiye'nin Fransa'daki bir diplomatik misyonunda görev yapacak olan kişi, eşiyle birlikte gerekli belgeler için Fransız Büyükelçiliğine başvuruda bulunur. Devlet tarafından görevlendirilen kişinin eşi kapalıdır; ancak fotoğrafı, değil Avrupa Birliği, Türkiye'nin bile aslında fotoğraf kriterlerine uymamaktadır.
Söz konusu kişi belki Çalışma Bakanlığı'nı temsilen belki de Diyanet'i temsilen gidiyordu. O dönem bu detayları öğrenememiştim. Mesele eşinin başının örtülü olması değildi. Aksi takdirde Fransa'ya hiçbir başörtülü Müslüman kadın giremezdi. Eşi yüzünü açık bırakacak bir örtünme modeline sahip değildi, ya da fotoğrafı gözlüklü çektirmişti.
Fransız makamları, fotoğrafın kişinin kimlik tespitinin yapılması için gerekli kriteri karşılamadığı için işlem yapamayacaklarını bildirirler. Yeni bir fotoğraf vermek yerine; Türkiye bunu büyük bir kriz haline getirir. Kriz patlamadan hemen önce Türkiye'ye gelmiş olan Fransız devlet görevlilerinin oturma izinleri çıkartılmaz, ev bile kiralayamazlar. Fransız Dışişleri neredeyse bir yıl Türkiye'ye yeni diplomat atayamaz; daha önce gelen diplomatların görev süreleri uzatılır, vs...
Sonunda mesele; Suudi Arabistan ya da Mısır gibi ülkelere uygulanan bir formülle halledilir.
Yıllar önce duyduğum bu krizle ilgili olarak "Biz Türkiye'yi hâlâ laik bir ülke sanıyorduk; bir Mısır, Suudi Arabistan kıvamına geldiğini tam olarak algılayamamıştık" demişti mealen bir Fransız kaynağım.
Bu olayı hatırlamamın nedeni, kamuoyunda "ayrılıkçılık" yasası olarak bilinen tasarının halen Senato'da görüşülüyor olması. Yasanın özellikle Müslümanları hedef aldığı gerekçesiyle eleştirilmesi üzerine, resmi ağızlar "ayrılıkçılık" ifadesini artık kullanmıyorlar. Yasa tasarısının resmi adı, "Cumhuriyetçi ilkeleri güçlendiren yasa tasarısı".
Aslına bakarsanız, nüfusunun çoğunluğu Müslüman ama rejimi laik olan Türkiye'nin Fransa'daki tartışmalara yapıcı bir katkı sağlaması beklenirdi. Aksine; Fransa'da yaşayan 600 bin Türk ve daha fazla Müslüman'ın hayatını olumsuz etkileyebilecek olan yasaya götüren süreçte 20 yıllık AK Parti iktidarının uygulamalarının da rol oynadığını söyleyebiliriz.
Emmanuel Macron hükümeti, yasanın İslama değil, radikal İslamcılık ideolojisine karşı olduğunu söylüyor.
Sadece Fransa değil, Avrupa'da yaşayan Türk toplumundaki radikalleşme eğilimi, diğer Müslüman gruplara oranla çok düşüktür. Örneğin, Avrupa'dan Suriye'ye giden Türk asıllı yabancı terörist savaşçı çok azdır. Türkiye'de görüştüğüm Avrupalı diplomatlar da bunu her seferinde teyit eder.
Bunun da en önemli nedenlerinden biri; Ankara'dan giden görevlilerin bir anlamda Türk toplumuna "göz kulak" olmasıdır. Bu haliyle radikalleşme karşısında bir emniyet supabı görevi de görürler.
Ancak "Müslümanlar Fransız değerlerine ters düşen, kendi değerlerine dayalı ayrı bir toplum düzeninde yaşamak istiyorlar" söylemiyle açıklanan "paralel toplum" meselesinde "radikal islamcı ideolojinin" sınırlarını çizmek kolay olmuyor.
Misal, erkek öğrencilerin kadın öğretmenlerin elini sıkmak istememesi, ya da bazı öğrencilerin İslam dinini aşağılayıcı ögeler içeren karikatürleri gösterdiği için öldürülen öğretmenin "bunu hak ettiğini" söylemesi gibi durumlarda çizgi nasıl belirlenecek?
Türkiye'den giden imamların, Cuma hutbelerinde "İstanbul Sözleşmesi bize uygun değil; Fransa'nın da sözleşmeden çıkmasını savunmak gerekir" dediğini varsayalım. Ayasofya imamı Merkez Bankası hakkında bile tweet attığına göre çok da abartılı bir senaryo sayılmaz.
YÖK tarafından atanan dekanların, Diyanet tarafından atanan imamların, Milli Eğitim Bakanlığı tarafından atanan il milli eğitim müdürlerinin, laik yaşam biçimini hiçe sayan, toplumun pek çok kesiminde infial uyandıran açıklamalarını ve bu açıklamaları da resmi makamların cılız bir tepkiyle karşıladığını hatırlayalım. Kim bilir özellikle son on yıl içinde, Türkiye'den Avrupa'ya hangi anlayışta din görevlileri ve öğretmenler gönderildi?
İşte Fransızların "ayrılıkçılık-paralel toplum" şikayetlerine ve Macron'un sadece Türkiye'den değil başka ülkelerden de imam gönderilmesi uygulamasına son verme kararına bu açıdan da bakmak gerekiyor.
Bu görevlilerden laik Türkiye Cumhuriyeti'nin temsilcileri gibi değil de parti- devletin temsilcileri gibi davranmalarının beklendiğini de düşünürsek; işte o noktada, Macron'un "Erdoğan seçimlere müdahale edecek" şeklindeki açıklamasını da biraz daha bağlamına oturtabiliriz. Seçimlerde oy kullanacak Türk asıllıların Türkiye'den giden yetkililerce yönlendirilmesi olasılığı, bu oylar seçim sonuçlarında etkili olmasa bile, Fransızları rahatsız ediyor. Mesela on sene sonra Suriye hükümetinden birileri gelmiş, Türkiye'deki vatandaşlık kazanmış Suriyelilere yönlendirme yapıyor. Ankara'nın hoşuna gider miydi?
Yasa tasarısı, hemen her gün gün Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "eyy Macron" demesini gerektirecek içeriğe sahip. Aslında laiklik ilkesini dert edinen pek çok kişinin de eleştirdiği bir tasarı. En son öğrencilerin üniversite koridorlarında namaz kılmasını yasaklayan bir önerge eklendi. Bazıları, üniversitelerde bu türden görüntülere rastlanmadığını belirtip, tepki gösteriyor. Yani olmayan bir duruma yasak getiriliyor.
Ama Türkiye'den ses çıkmıyor. Bu aralar atarlanmaya uygun bir ekonomik durum yok gibi.
Bu arada; geçenlerde çıkan Galatasaray Üniversitesi sorununa da değinmek lazım.
Türkiye'den gidecek öğretmenler meselesi, yaz aylarında Milli Eğitim Bakanlığı ile yapılan görüşmelerde hallolmuş, öğretmenlerin B2 seviyesinde Fransızca sınava tabi tutulmaları anlaşmaya bağlanmıştı.
Fakat o da ne? YÖK, birdenbire Galatasaray Lisesi'nde ders veren hocalara B2 düzeyinde Türkçe bilmeleri koşulu getiriverdi. Sınava girmezseniz, size oturma izni yok dendi. Bir geçiş süreci bile tanınmadı. Hocalar kimliksiz olunca evden çıkmaya çekinir oldular. YÖK bu tutumunu mütekabiliyet ilkesi ile savundu. Bir tarafta Fransa'ya giden, Fransa'da yaşayacak olan bir kısmı Fransız vatandaşı Türklere ders verecek ilkokul öğretmenleri, diğer yanda Türkiye'de üniversite öğrencilerine Fransızca ders verecek Fransız profesörler. Dışişleri Bakanlığı'nın bile haberdar olmadığı bu uygulama Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın Macron'la telefonda yaptığı görüşme sayesinde şimdilik halloldu. Ancak ‘şimdilik' kelimesini bilinçli kullandım.
YÖK'ün asıl derdinin Strazburg'da kurmak istediği ilahiyat fakültesi olduğu söyleniyor. Kulağıma gelen bilgilere göre, Türkiye'nin gönderdiği heyet Fransız yerel makamlarını korkutmuş. Türkiye'deki bazı ilahiyatçıların, YÖK'ün hiçbir itirazına neden olmadan yaptıkları açıklamaları beni bile ürkütüyor; Fransız makamlarının korkmuş olmasına şaşırır mısınız?