1990'da stajyer olarak Milliyet Gazetesi Ankara bürosuna adım attığımda, gazetenin duayen diplomasi muhabiri müteveffa Nilüfer Yalçın*, 1963'te adım attığı Milliyet Ankara bürosunda yaklaşık 30 yıldır Kıbrıs sorununu yazıyordu.
"Ne bitmez sorunmuş; yoksa ben de bir 30 yıl Kıbrıs mı yazacağım" diye kendi kendime sorduğumu hatırlıyorum. Nitekim, 30 yılı geride bıraktım; ve hâlâ Kıbrıs yazıyorum.
Ankara'da diplomasi muhabirliği yaptığım sürece Rum tarafına gitme imkanım olmadı. Ta ki 2004'te Bürgenstock'taki Annan müzakerelerini izledikten sora CNN Türk adına referandumları adanın güneyinde izlemekle görevlendirilene kadar.
O zamana kadar Rumları Türk diplomatlardan duymuştum. "Rumlar fanatiktir; azılı Türk düşmanıdır" türünden yorumlara mesleğim gereği kuşkuyla yaklaştım.
2004'e gelindiğinde, Rum kesimi Annan planına evet de dese hayır da dese, Avrupa Birliği'ne girmeye hazırlanıyordu. Dolayısıyla AB'nin her tür demokratik kriterini yerine getiren Rum Kesimi ne kadar anti demokratik olabilirdi ki?
Adanın güneyine gittiğimde fena halde yanıldığımı gördüm. Laik olması gereken bir ülkede Kilise bütün ağırlığı ile hayır için çalışıyordu. Üzerinde hayır yazan bir t-shirt aldım hatıra diye; evet yazanı bulmam söz konusu bile değildi. Sokaklarda hayır yazan t-shirtler giydirilmiş küçücük çocukların sıra halinde yürütüldüğünü gördüm. Evet diyen çok küçük bir grup ağır baskı altında idi. BM genel sekreterinin özel temsilcisi Alvaro de Soto, hiçbir Rum kanalına çıkıp, planı anlatamıyordu. Neden hayır diyorsunuz diye sorduklarımdan hamaset dışında çok da manalı yanıtlar gelmiyordu. CNNTürk logosunu saklar olmuştuk. CNNTürk yayın aracının kablolarını kesmeye kalkışanlar oldu.
O zaman anladım ki, Rum tarafı yıllarca "Nasılsa Türkler çözüm istemiyor; bunu istemeyen taraf olarak yaftalanmakta da bir sakınca görmüyor" deyip yan gelip yatmışlar, kamuoylarını çözüme, bu çözüm için gerekebilecek bazı tavizlerin verilmesi gerektiğine hazırlamamışlardı.
AK Parti iktidarının 2004'te izlediği ve dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan'ın "Rumlar bir adım atarsa biz iki adım atacağız" felsefesiyle hayata geçirdiği strateji, Rum-Yunan ikilisinin "çözümü en çok biz istiyoruz" maskesini düşürmüş, ezberlerini bozmuş, deyim yerindeyse şaftlarını kaydırmıştı.
Ancak bu stratejik değişiklik çok geç geldi; 1999 – 2003 arasında Rumların AB ile adaylık müzakereleri devam ederken Türk tarafı daha yapıcı davransa bazı fırsatlar kaçmayabilirdi.
2004, Türk tarafının Rumlardan önce koşup masayı devirmekte, süreci yokuşa süren taraf olarak yaftalanmakta sakınca görmeyen, böylece Rumların elini rahatlatan geçmiş politikaların terk edilmesi açısından bir dönüm noktası oldu. İçerde kendisini özellikle de ordu karşısında zayıf gören AK Parti iktidarı, Batı'ya da yakın görünme kaygısıyla da olsa, Türkiye'nin ve Kıbrıslı Türklerin çıkarlarına uygun –belki en ideal olmasa da- birleşmeye dayalı bir anlaşmaya varılmasının mümkün olduğunu göstermişti. Bunu da şimdikinin tersine diplomasi ve güvenlik bürokrasisi ile yakın koordinasyon içinde olarak gerçekleştirmişti. 2004 referandumlarının ertesinde moral üstünlük Türk tarafına geçmiş, hiçbir ülke gelip Ankara'ya gelip "Ama Kıbrıs" diyememişti.
Bugün gelinen noktada, Annan planına evet diyen Rum lider Anastasiadis'le bile, Türk tarafının çıkarlarını da gözeten bir anlaşmaya varılmasının çok güç olduğu ortada. Ankara'nın "Her şey denendi, artık anlaşmalı boşanmayı konuşalım" demesinin haklı yönleri var. Ancak bu doğrucu Davutluğun Rum tarafının elini bu kadar rahatlatacak şekilde yapılmasının yararı tartışmalı.
Zaten Cenevre'de KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar'ın masaya koyduğu iyi ayrı devlet modeline dayalı görüşlerin Rum tarafınca anında sızdırılması da Rum tarafının zil takıp oynadığını gösterir.
Ancak gerçekçi politika, gerçekçi ol imkansızı iste politikasına dönüşmüş durumda.
Şöyle ki: Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kıbrıs'la ilgili görüşmeleri Güvenlik Konseyi'nin (BMGK) verdiği yönerge üzerinden sürdürmekle yükümlüdür; bu yönerge de müzakerelerin iki bölgeli iki toplumlu bir federasyon üzerinden yürütülmesiyle sınırlandırılmıştır. Tatar Cenevre'de Genel Sekreterden Güvenlik Konseyi'nden iki tarafın eşit uluslararası statüsü ve egemen eşitliğinin kabulü anlamına gelecek bir karar çıkarması için inisiyatif kullanmasını istedi.
Türkiye'nin gerilimli ilişkiler yaşadığı ABD ve Fransa gibi BMGK üyesi ülkeleri bir yana bırakalım. Böyle bir kararı ne Rusya (ki geçmişten bu yana Rumları tutan Moskova'nın Annan referandumundan sonra suçu Rumlara atan bir karar tasarısını veto ettiğini hatırlatmak isterim) ne de Uygur meselesinden diş bilediği Türkiye'ye şirinlik yapma havasında olmayan Çin kabul eder.
Ancak burada asıl şaşırtıcı olan Doğu Akdeniz meselesinde Türkiye'ye yaptırım kartını çıkaran AB'ye karşı çıkmayan, Türk toplumunu derinden rahatsız eden ABD Başkanı Joe Biden'ın Ermeni konusunda yaptığı açıklamayı bile alttan alan iktidarın Kıbrıs konusunda kör gözüm parmağına bir tavır izlemekten kaçınmıyor olması.
Bunda Batı'dan fazlaca baskı ve tepki gelmeyeceği beklentisi rol oynamış olabilir. Sonuçta S-400, Halkbank gibi çok daha sıkıntılı konular varken; ABD Kıbrıs gibi öncelik olmayan bir konuda Türkiye'yle ilişkilerde yeni bir gedik açmak istemiyor olabilir.
Türk tarafı İngiltere'nin Türk tezlerine yakınlaştığına dair mesajlar veriyor. Cenevre'den birkaç gün önce İngiltere'nin Kuzey Kıbrıs'ı tanıyabileceğine dair bir İngiliz gazetesinde çıkan haberin zamanlaması ilginçti. Ancak İngiltere'nin KKTC'yi tanımama politikasında bir değişiklik olmadığını teyit ettim. Londra'nın tutumuna ihtiyatla yaklaşmak gerekir.
Sonuçta Cenevre'den herkes mutlu ayrıldı denebilir. Türk tarafı pozisyonunu ortaya koydu; Rumlar "bakın gördünüz mü karşı taraf çözümsüzlükten yana" dedi. İngiltere de fazla bir şey yapmadan Türklere şirin göründü.
Ya Kıbrıslı Türkler? Çözümsüzlüğün faturası Ankara'ya çıkarıldığı sürece, olası bir çözümden önce Kıbrıslı Türkler üzerindeki izolasyonların hafifletilmesi çabaları sonuç vermeyecektir. Halbuki Ankara da Rumlar gibi "mış" gibi yapsa, o arada KKTC'yi güçlendirici, uluslararası kamuoyunda bilinirliğini arttıracak adımları atsa… Tabii Türkiye KKTC'nin ayrı bir devlet olarak tanınmasını ne kadar istiyor?
Geçen ay Soli Özel'le birlikte görüştüğümüz KKTC eski Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı'nın aktardığı bir anekdot bu anlamda bize bir fikir verebilir. KKTC'yi Türkiye'nin en yakın dostlarının bile tanımadığı, KKTC Cumhurbaşkanı olarak Bakü'ye bile gidemediğinden yakınan Akıncı'ya Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın yanıtı şöyle olmuş: "Kosova'yı 100 devlet tanıdı da ne oldu?"
* Türkiye'nin ilk kadın diplomasi ve parlamento muhabiri Nilüfer Yalçın 2011 yılında vefat etti.