Türk basının bu ara en çok merak ettiği konu Ukrayna lideri Volodimir Zelenski ile Rusya lideri Vladimir Putin'in Türkiye'de buluşup buluşmayacağı.
Sanki, Ukrayna ile Rusya'nın anlaşıp anlaşmamasından, akan kanın durmasından, kırılgan değil kalıcı bir ateşkes ilan edilmesinden daha önemli, iki liderin Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'la yapacağı üçlü görüşme.
Şu üçlü fotoğrafı bir versek özgüven yerine gelecek. Dünyaya başta Fransa lideri olmak üzere, "görün bakın sizin yapamadığınızı biz yapıyoruz" denecek. Tabii iktidar da içeriye, "takılmayın ekonomik duruma, uluslarası şanımıza şan kattık" demek derdinde.
Şu konu net: Bu savaşın devamından en olumsuz etkilenecek olan ülke Türkiye. O nedenle de savaşın bir an önce durmasını samimi olarak arzu ediyor.
Şu ana kadar taraflarda rahatsızlık yaratmayacak bir denge kurulmuş durumda. Kimileri buna "aktif tarafsızlık" diyor. Katılmıyorum. Sizin taraflardan birine, "Yaptığın yanlıştır, uluslararası kuralların ihlalidir" diye seslendiğiniz, diğerine de "Elbet kendini savunacaksın, ben de elimden gelen desteği vereceğim" dediğiniz yerde, konumunuzu "aktif tarafsızlık" olarak nitelendiremezsiniz.
Türkiye; ikili düzeyde, Rusya'nın misillemesini gerektirecek cezalandırıcı bir adım atmıyor.
Örneğin, Montrö Anlaşması gereği, Rusya'ya Boğazları kapatıyor; ancak diğer Batılı müttefiklerine "Siz de savaş gemisi göndermeyin," diyerek, Rusya'nın olası bir tepkisine set çekiyor.
Ukrayna'ya tam ve somut destek veriyor. Rusya'ya dönük "askeri caydırıcılığı olan" adımları ikili zeminde değil, NATO zemininde atıyor. Şimdiye kadar fazla somut adım atmadıysa da bu hafta yapılacak NATO zirve öncesi yada sırasında Türkiye'den misal, Romanya yada Bulgaristan yada Baltık ülkelerine takviye asker yada silah gönderme gibi somut kararlar gelebilir.
Türkiye'nin Rusya'ya açık olarak yaptığının yanlış olduğunu söylemesine rağmen, hâlâ Moskova ile diyalog kanallarını açık tutabiliyor ve özellikle Putin tarafından "bir arabulucu" olarak görülebiliyor olması elbet çok önemli ve asla küçümsenmemeli.
Ancak Türkiye'nin "Savaşı durduralım da ne pahasına olursa olsun iki lideri bir araya getirelim de bedeline sonra bakarız" türünden bir sürece girmemesi gerekiyor.
Özellikle Ukrayna'nın NATO üyeliğinden vazgeçme, Avusturya modeli tarafsızlık ve silahsızlandırılma karşılığında istediği "güvenlik garantileri" Ankara açısından mayınlı bir tarla olabilir.
Bu noktada her ikisi de Ankara'da diplomasi muhabirliği tecrübesi olan ve iyi haber alan iki meslektaşımın verdiği bilgilere dikkat çekmek istiyorum.
Deniz Kilislioğlu 20 Mart tarihli Milliyet'teki köşesinde şöyle yazmış:
"NATO gibi askeri bir ittifaka katılmama karşılığında güvenlik garantilerinin neler olacağı ve bu garantiyi hangi ülkelerin vereceği de karşımıza P5+2 formülünü çıkarıyor (Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nin 5 daimi üyesi ABD, İngiltere, Fransa, Çin ve Rusya - yanı sıra Türkiye ve Almanya'nın garantörlüğü). Yetkililer, ‘bu garantörlüğün bilfiil askeri güçle olması gerekmediğini, hukuken kayıt altına alınmasının yeterli olabileceğini' söylüyor."
Bu yazıdan bir gün önce de Habertürk'ten Sena Alkan attığı tweette Ukrayna'nın "Türkiye garantör olsun" derken neyi kastettiğini bu ülkenin Ankara büyükelçisinin sözlerine atfen açıklıyor:
"Kağıt üzerinde değil, fiziksel koruma istiyoruz. Fiziki olarak Ukrayna'nın korunmasını istiyoruz. Güvenlik garantörlüğü savunmayı kapsamalı."
Böyle demiş büyükelçi. Yani doğrudan "Türkiye üçüncü ülkelere karşı -yani Rusya'ya karşı- beni savunsun" diyor.
Peki Ankara talebe ne yanıt verdi?
Sena Alkan'ın tweetinden öğreniyoruz:
"Kapsamı ve şartları hâlâ istişare ediliyor."
Bu durum, Türkiye yanına P5 ülkeleri artı Almanya'yı da alsa, tehlikeli sularda yüzmek anlamına gelir.
Üçlü resim uğruna ya da sırf anlaşma sağlansın diye Türkiye'yi ileride Rusya karşısında zor durumda bıkaracak, baş ağrıtacak durumlara düşülmemeli.
Suriye girdabından sonra Ukrayna girdabının içine çekilme riskine dikkat etmek gerekecek.