Önce televizyon dizilerindeki gibi yapıp Koronavirüs sonrasında ekonomide yaşananları hızlıca hatırlayalım.
"Çıkan kısmın özeti":
Türkiye’nin bu yıl ödemesi gereken yaklaşık 170 milyar dolar döviz borcu var. O kadar sık söylendi ki, bunu hepimiz ezberledik. Bunun yüzde 90’ı özel sektöre ait. Böyledir diye devletin "Bana ne" deme şansı yok, bu borç ödenecek.
170 milyar dolar, normalde Türkiye’nin altından kalkamayacağı bir tutar değil. Yılda 180 milyar ihracat yapan, 35 milyar dolar da turizm geliri elde eden bir ülke bu tutarı çevirebilir. Geçtiğimiz yıllarda her yıl üç aşağı beş yukarı bu kadar döviz borcu çevriliyordu.
Ama Covid-19 bütün dengeleri bozmuş durumda. Turizm bitik. İhracat daraldı. Türkiye’nin başlıca ihracat pazarı Avrupa’nın durumu malum. Nisanda Türkiye’nin ihracatı yüzde 40 azaldı.
Üstüne üstlük yabancı sermaye de Türkiye’den kaçıyor. Her şeyin üstüne tüy diken ise Merkez Bankası’nın rezervlerindeki erime oldu. Erime ne kelime, başka bankaların Merkez Bankası'nda tuttuğu zorunlu karşılıklar ve Swap’la alınan borçlar çıkarılınca rezervlerin eksiye düştüğü görülüyor. (Uzun zamandır konuşulan bu gelişmeyi son olarak Mahfi Eğilmez ispatladı.)
Salgın sonrasında ekonomide yaşananlar böyle. Özet olduğu için rezervlerin neden eridiğine, Merkez Bankası'nın kasasındaki paralara ne olduğuna girmiyoruz...
Gelelim bugüne. Bu koşullarda 170 milyar dolar borç nasıl çevrilecek? Gündemdeki soru bu. Gördüğümüz gibi Türkiye’nin döviz kaynakları kurumuş durumda. Döviz kaynağı bulmak gerek. Erdoğan’ın seçenekleri neler? Sırasıyla gözden geçirelim:
IMF’nin Stand By anlaşmalarını 2001 krizinden biliyoruz, koşulları çok sert, siyasi maliyeti çok yüksek. Erdoğan hayatta kabul etmez.
Türkiye’nin 2001’de imzaladığı türden Stand By anlaşmalarından farklı olarak IMF’nin bir de hızlı programları var. Bunların koşulları çok yumuşak. Mahfi Eğilmez bu nedenle bunu sık sık gündeme getiriyor.
Ama bana soracak olursanız, Stand By olsun olmasın, "IMF’ye muhtaç düştü" dedirtmek Erdoğan için kabul edilemez.
Berat Albayrak geçen hafta yabancı yatırımcılarla yaptığı toplantıda, "Swap için G-20 ile görüşüyoruz, sonuçlandırılması konusunda iyimserim. Birden fazla anlaşma olabilir" dedi. Sözünü ettiği bankalardan birinin Amerikan Merkez Bankası (FED) olduğunu tahmin etmek zor değil.
FED Swap’la Brezilya’ya, repoyla da Endonezya’ya 60’ar milyar dolar verdi. Türkiye’ye de verir mi? Görüşler muhtelif. Türkiye’nin FED’in koşullarını karşılayamadığını söyleyenler kadar, Ankara S-400’lerde taviz verirse Swap hattının açılacağını söyleyenler de var. (Bu yöndeki bir görüşü, yaptığımız röportajda yatırım danışmanı Michael Harris dile getirdi.)
Swap'la ilgili en son gelişme, Amerikan Merkez Bankası’nın Richmond Başkanı Thomas Barkin’in geçen hafta Swap hattının Amerika'yla karşılıklı güven ilişkisi ve yüksek kredi standartları bulunan ülkelere verildiğini söylemesi oldu. Anlaşılan, Swap yolu tümüyle kapalı olmasa da tıkalı...
Berat Albayrak "Swap için G-20 ile görüşüyoruz" derken hangi ülkeleri kastetti? Herhalde Hindistan'ı veya Kanada'yı değil. G20 üyeleri arasında Türkiye ile Swap anlaşması olan tek ülke Çin. Çin'in Swap’la Türkiye’ye geçmişte 1 milyar dolar verdi. Bu tutarı 10-20, hatta Amerikan Merkez Bankası’nın Brezilya ve Endonezya ile anlaşmalarındaki gibi 60 milyar dolara çıkarır mı? Zor. Unutmayalım ki, Çin ekonomisi salgından ağır darbe aldı.
İşte bu, Erdoğan’ın kendi elinde. Şu anda TL varlıklara yatırım yapmak, reel olarak para kaybetmek demek. Çünkü Merkez Bankası’nın politika faizi (Yüzde 8.75) yıllık enflasyonun (Yüzde 11) altında. (Merkez Bankası, "Önemli olan mevcut enflasyon değil, enflasyon beklentisi" diyor ama kimse inanmıyor.) Yani Türkiye negatif faiz veriyor. Kimse negatif faiz veren ülkeye para getirmez.
Beş-altı puanlık bir faiz artırımı bu durumu değiştirir. Faiz enflasyonun üzerine çıkarsa TL’ye yatırım yeniden cazip olur. Bu durumda yüksek getiri peşindeki küresel sermayenin bir kısmı Türkiye’ye döner. Yani döviz girişi olur.
Bunun önündeki engel, Erdoğan’ın yüksek faizden hoşlanmıyor oluşu. Merkez Bankası’nın bundan önceki başkanını faizi indirmiyor diye görevden almıştı. Kurtuluşun düşük faizde olduğunu defalarca söyledi.
Üstelik bu koşullarda faiz artışı reel sektör şirketlerinin birçoğunu borç ödeyemez, iş yapamaz hale getirir. Yeni bir konkordato dalgası yaşanır.
Erdoğan bu koşullarda yüksek oranlı bir faiz artışını kabul eder mi?
2018’deki Rahip Brunson krizi sırasında 6.25 puanlık faiz artışını kabul etmişti. 2018 Eylülündeki o artış doları yatıştırmıştı.
Zor ama imkansız değil.
Her şeye rağmen bankalar hâlâ uluslararası piyasalardan borçlanabiliyor. Misal, Vakıfbank daha önceki hafta 1 milyar Euro’luk yeni bir sendikasyon kredisi aldı. Bankaların yaptığını Türkiye Cumhuriyeti hayli hayli yapar, uluslararası yatırımcılara tahvil satışından ciddi bir kaynak girişi sağlanabilir. Ne kadar? Atilla Yeşilada dış piyasalarda tahvil ihracı ile 2-3 milyar dolar toplanabileceğini söylüyor.
Peki Ankara bu yolu neden kullanmadı? Çünkü Covid-19 dolayısıyla gelişmekte olan ülkelerin riskleri çok arttı, bu arada Türkiye’nin CDS’i de (iflas riskini gösteren kredi temerrüt swap’ı) 600’ün üzerine çıktı. Bu koşullarda dış borçlanmaya gitmek, çok yüksek faiz ödemek demek. Yine de ama bu seçenek masada ve Yeşilada’nın sözleriyle "Hükümete zaman kazandırır."
Yeni döviz kaynağı bulamıyorsan mevcut dövizin kaçmasını engelle. Buna sermaye kontrolü deniyor. Sermaye kontrolünün hedefi, Türkiye’den döviz çıkışını engellemek. Bunun için yurtdışına para gönderiminin ve döviz işlemlerinin sınırlandırılması gerek. Sistemden döviz kaçışını engellemek için döviz çekimine, bireyler ve şirketler arasındaki döviz alım satımına belli limitler konabilir. En azından başka ülkelerde böyle oluyor....
Sermaye kontrolü, "Asacaksın birkaç tanesini Taksim’de…" anlayışını seven toplumun hoşuna gidebilir. Ama ekonomik açısından sonuç getirmez. Prof. Dr. Refet Gürkaynak tarihte sermaye kontrolüyle başarılı sonuç almış ülke olmadığını söylüyor.
Özet: Kırk katır mı kırk satır mı?