CHP’nin Ecevit liderliğinde yüzde 42 oy aldığı 1970’li yıllar, sosyal demokrasinin sadece Türkiye’de değil, Avrupa’da da altın çağıydı. O günden bugüne köprülerin altından çok sular aktı. 24 Haziran’a, sosyal demokrat partilerinin Avrupa’da tarihin en kötü seçim performanslarını sergilediği bir konjonktürde gidiyoruz. Geçin 1970’leri, 1998’de bile yüzde 40 küsur oy alan Alman sosyal demokrat partisi SPD, geçen yıl yapılan seçimlerde yüzde 20,5’e geriledi. (II. Dünya Savaşı’ndan bu yana aldığı en düşük oy.) Bir zamanlar Mitterand’la rakiplerini ezip geçen Fransız Sosyalist Partisi, geçen yılki Devlet Başkanlığı seçimlerinde yüzde 6,4’e düştü. Yunanistan’da bir zamanların muktedir partisi PASOK yüzde 6’larda geziniyor. Hollanda ve Çek Cumhuriyeti’nde de sosyal demokrat partiler son seçimlerde tek haneli oy oranlarına gerilediler… Sosyal demokrat hareketin son umudu, İtalya’da 2014 seçimlerinde yüzde 40 oy alan Renzi’ydi. Onun liderliğindeki Demokratik Parti de son seçimlerde oylarının yarısını kaybederek yüzde 22’ye düştü... Bu karanlık tabloya, Norveç’i yaklaşık 40 yıl yönettikten sonra yüzde 10 oy kaybederek muhalefete düşen sosyal demokrat AP’yi ve yüzde 40’lardan yüzde 22’ye gerileyen İspanyol PSOE’yi ekleyelim…
2000 yılında AB’yi oluşturan 15 ülkeden 10’unda sosyal demokratlar ya tek başlarına iktidardaydı ya da iktidar ortağıydı. Bugün 28 AB ülkesinin sadece altısında sosyal demokratlar iktidar ya da iktidar ortağı. Üstelik Almanya’yı saymazsanız bunlar küçük ülkeler: Slovakya, İsveç, Romanya, Portekiz, Almanya.
Sosyal demokrasinin çöküşünün ardında, ekonomide yaşanan dönüşüm var. “Tek sebep ekonomidir”, diyecek değilim; göç dalgası gibi büyük sosyal olguların da payı var sosyal demokrasinin gerileyişinde, kökünü işçi hareketinden değil, 1968’in “yeni toplumsal hareketlerinden” alan Yeşiller ve Podemos gibi alternatif partilerin yükselişinin de… Ama yine de “Sosyal demokrat siyasetin çöküşünün ana etmeni ekonomi” demek mümkün.
Sosyal demokrasi 19. Yüzyıl’da işçi hareketinden doğmuş, 20. Yüzyıl’da onların sırtında yükselmişti. Bugün değişen işte bu.
Avrupa sanayii yuvasını terk ederek, “rekabetçi olabilmek” adına, işçi ücretlerinin daha düşük olduğu ülkelere göç etti. Fiat, Renault, Peugeot, yeni fabrikalarını Avrupa’da değil, Türkiye, Fas, Polonya vb.’de kurdu. Zara, H&M, Benetton, hazır giyim ve tekstil üretimlerini Türkiye’ye, Hindistan’a, Çin’e kaydırdı. Adidas, Puma, ayakkabı fabrikalarını Endonezya’ya, Vietnam’a taşıdı. Sonuçta Avrupa’da işçi kalmadı. Sosyal demokrasinin oy tabanı kurudu.
Bu dönüşümün farkında olan sosyal demokrat partiler, 1990’lı yıllarda yenilenmeye, orta sınıfa açılmaya karar verdiler. Bunun için “piyasa” ile barışacaklardı. Piyasa “Avrupa’nın rekabetçi kalabilmesi için” sosyal devletin tırpanlanmasını istiyordu. İşte bu konjonktürde Almanya’da sosyal demokrasinin umudu Gerhard Schröder, “Ajanda 2010” programını açıkladı. “Ajanda 2010”, sosyal devletin zayıflatılmasını öngörüyor, işçi çıkarmayı kolaylaştırıyor, esnek çalışma gibi yöntemlerin önünü açıyordu. Bu arada İngiltere’de de İşçi Partisi’nin yeni lideri Tony Blair de, “Ajanda 2010”un bir benzeri olan “Üçüncü Yol”u devreye soktu. Sosyal demokrasi kabuk değiştiriyordu...
Başlangıçta, yenilikçi söylemin gazıyla sosyal demokrat partiler önemli seçim başarıları elde ettiler. Ama 2008 Krizi, bir çuval inciri berbat etti. 2008’de Avrupa ve Amerika, 1929 benzeri bir buhranın eşiğine geldi. Avrupa genelinde kemer sıkma tedbirleri uygulamaya sokuldu. İktidar ya da iktidar ortağı konumundaki sosyal demokrat partiler, sosyal devletten geriye kalan ne varsa tırpanlayan politikaların uygulayıcısı konumuna düştüler. Dediklerine göre Avrupa ekonomisinin ayakta kalmasının başka yolu yoktu.
Belki de haklıydılar. Ama haklı olmak oy getirmiyordu. Hem aslı varken kopyasına ne gerek vardı? Eğer ekonomiyi eski güzel günlerine döndürmek için teknokratlara ihtiyaç varsa muhafazakârlar ne güne duruyordu?
Çalışan sınıfların intikamı acı oldu. Sosyal demokratların geleneksel oy tabanının bir kısmı sosyal demokrasinin daha solundaki partilere kayarken (Almanya’da Die Linke, İspanya’da Podemos, Yunanistan’da Syriza), bir kısmı yabancı düşmanı, popülist sağcı partilerle (Almanya’da AfD, Fransa’da Ulusal Cephe, Hollanda’da Geert Wilders’in partisi, Avusturya’da FPÖ) flört etmeye başladı.
Bu süreçte siyasetin sorun çözme kapasitesine olan inanç da zayıfladı. Avrupa genelinde seçimlere katılım oranı düştü. Almanya’da 1970’lerde seçimlere katılım oranı yüzde 90’lardaydı, 2000’lerde yüzde 70-80 bandına geriledi. Fransa’da geçen yıl devlet başkanlığı seçiminin ikinci turuna katılım, tarihin en düşük seviyelerine indi.
Sosyal demokrasi artık miadını doldurmuş olabilir mi? Ondan boşalan yeri Podemos ve Syriza gibi kökünü “yeni toplumsal hareketler”den alan sol partiler mi, yoksa İtalya’daki 5 Yıldız, Almanya’daki “Almanya İçin Alternatif” gibi sağ popülist hareketler mi dolduracak? Yoksa sosyal demokrasinin kurtuluşu, İngiltere’de İşçi Partisi’nin James Corbyn liderliğinde yaptığı gibi piyasa dostu politikaları terk ederek sol söyleme dönmesinde mi?
Bunlar, kolay cevabı olmayan büyük sorular. Net olan tek şey, CHP’nin 24 Haziran seçimlerine, sosyal demokrasinin tarihinin en zor döneminde gittiği. 1970’lerde “Bu düzen değişecek”, “Toprak işleyenin, su kullananın” gibi sol sloganlarla iktidara gelen CHP’nin işçileri, emekçileri unutup kafayı dindar oylara takmasının bir nedeni de bu olabilir mi?