Deprem felaketinin ikinci haftası bitiyor. Hâlâ gerçek kayıplarımızı, felaketin boyutunu tam olarak bilemiyoruz. Hepimiz felaketin büyüklüğü, kayıplarımızın sayısı karşısında dehşet içindeyiz, depreme karşı çaresizliği bir kez daha yaşamış olmaktan dağılmış haldeyiz. Öte yandan engelleyemeyeceğimiz bir doğal felakete karşı gereken tedbirleri almamış olmaktan, felaketi yönetememekten öfkeli ve kızgınız. Rahat evlerimizde uyuyabilmekten, haberlerde gördüğümüz, sosyal medyada okuduğumuz o kötücül cümlelere, yorumlara tanık olmaktan utanç içindeyiz. Sormadan edemiyoruz kendimize, “Kaybettiğimiz canların yaşadıklarından, umutlarından, hayallerinden benimkileri ayıran ne ki, o artık yok. Katılaşmış, sağırlaşmış, duyarsızlaşmış yüreklerden çıkan, dillerden dökülen kötülükten benimkileri ayıran ne?”
Yaşananlar sürekli felaket ya da doğal-ekonomik-siyasal “dizi felaketler” hali. Ve bu dizi felaketlerin doğal kaynaklı olanlarını kadere, ekonomik ve siyasal olanlarını dış güçlere-muhaliflere bağlayan bir yönetim zihniyeti var. Yine de ilk koşanlar iktidarın öcüleştirdiği örgütlü kesimler oldu.. Sivil toplum müthiş bir sınav verdi. Bir kez daha toplum dayanışmayı, empatiyi yükseltti. Tüm felaketin yıkıcılığına karşın gelecek için tutunacağımız dalı gösterdi |
İtalyan sinema yönetmeni, senarist ve şair Pier Paolo Pasolini’nin bir şiirinde şöyle bir mısrası var: “Anlatamamak değil ölüm, ölüm artık anlaşılamamak”. Biz de bu haldeyiz, ölümler bile neye feda edildiler, neden öldüler, anlaşılamıyor ne yazık ki. Tuhaf ama bir o kadar da tanıdık zamanlar yaşıyoruz. Son beş altı yılda yaşananlara bakın. 2020’de Elazığ ve İzmir depremleri, 2021 orman yangınları, 2021 Karadeniz’de sel felaketleri, hala kaç can kaybettiğimizi bilmediğimiz iki yıl süren Covid-19 pandemisi, 2018’den beri süren, 2021’den itibaren büyük bir yoksullaşmaya dönüşen ekonomik tufan… 15 Temmuz 2016 darbe girişimi gecesi kendi insanını bombalayanlar gördük, ardından 16 Nisan 2017 Başkanlık sistemi halkoylaması, 2018 Cumhurbaşkanı ve milletvekili seçimleri, 2019 yerel seçimleri…
Bir bakıma hayatın her alanında, her bir vatandaşı doğrudan etkileyen bir altüst oluş, daha açık söylersek hem bireysel ve toplumsal psikolojik yıkım yaşadıklarımız. Diğer yandan seçimlerle, referandumlarla çözüm beklenen siyasileri seçme, siyasete yön verme çabaları. Ama sonunda geldiğimiz yer bu felaketleri, çözüm süreçlerini yönetmesi gereken siyasi, yönetimsel, yasal tüm kurum ve kurallarda da yıkım. Tam da bu nedenle yeni bir söze, hikâyeye, ütopyaya ihtiyacımız var. Tam da bu yıkımdan çıkabilmek için tüm kurum ve kurallarda yeniden inşa sürecine ihtiyaç var.
Yönetim düzeninin de ardındaki zihni iktidarın da sırları döküldü. İktidardaki zihniyetin ne denli bilim dışı referanslar ve tercihlerle yürüdüğü bir kez daha anlaşıldı. Fay hattına, dere yataklarına yapılan yolların, kurulan mahallelerin deprem gerçeği karşısında ne hale geldiği, bilim dışı ekonomik karar ve politikaların nasıl bir yoksullaşma ve servet transferine yol açtığı, bilim dışı yatırımların, kaynak aktarımlarının, ihalelerin nasıl bir kayıt dışılık ve soygun ürettiği görüldü. Kadrolarda, atamalarda liyakati değil partizanlığı öne koymanın, denge denetleme mekanizmalarını yok edip her karar ve politikada bu denli merkezileşmenin nasıl bir işlevsizlik, keyfilik, hukuk dışılık ürettiği bu deprem felaketinde bir kez daha ortaya çıktı. Kutuplaşmanın, her olaya ve girişime güvenlik kaygısıyla, vehmiyle, paranoyasıyla bakışın göçük altındaki insanları kurtarma seferberliğindeki yerel örgütlenmelere, yardıma gelmiş yabancı kurtarma ekiplerine bile şükran yerine düşmanca bakışa neden olduğu, kurtarma çabalarında bir can için bile olsa eksilmeye yol açtığı da görüldü.
Gerçeği gizlemenin toplumun moralini yükseltici olmadığını, aksine muğlaklığın daha büyük sorun ürettiğini pandemide de yaşamıştık, şimdi de yaşıyoruz. Aslında gördüğümüz tüm kurum ve kurallarıyla yönetim mekanizmasının keyfiliğe, partizanlığa dayandığı, merhamet ve şefkatle davranmak yerine felaket anında bile makbul olanlar olmayanlar şeklinde coğrafyayı, sivil örgütleri, insanları ayıracak denli ruhunu kaybettiği. Yaşananlar sürekli felaket ya da doğal, ekonomik, siyasal “dizi felaketler” hali. Ve bu dizi felaketlerin doğal kaynaklı olanlarını kadere, ekonomik ve siyasal olanlarını dış güçlere ve içerideki muhaliflere bağlayan yönetim zihniyeti.
Toplum ve sade birey böylesi yıkım zamanlarında önce panikliyor, çaresizliği iliklerine kadar hissediyor, kurtarıcı arıyor kendini o çaresizlikten çekip çıkaracak. Doğal olarak da devleti bekliyor, devlete bakıyor. Bu depremde de öyle oldu. Bu kez devlet de paniklemişti üstelik. Şu anda önce sakinleşmeye, acıların yaşanmasına, yasın tutulmasına ihtiyaç var. Daha ulaşılamamış, defnedilememiş, duası okunmamış can kayıpları var. Yine de iktidarın öcüleştirdiği örgütlü kesimlerdi ilk koşanlar. Sivil toplum müthiş bir sınav verdi. Hükümetin, idari makamların paniğine, afallamasına, makbul örgüt olup olmamasına göre işbirliği ayrımı yapmasına hatta engellemesine karşın seferberlik hali vardı. Marmara depremiyle hayatımızda müthiş bir başlangıç yapan sivil toplum ve gönüllüler tüm fiziki ve idari zorluklara karşın, yılmadan tüm ülkede seferberlik halindeydiler.
Hani şu muhalefettekilerin bile siyasi işbirliğinden kaçındıkları HDP var ya, onun eski milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in anlatımıyla not edelim: “Tokat’tan tut Trabzon’a, Rize’den tut Edirne’ye kadar buraya gelmeyen genç, gönüllü, kurum kalmadı. Hepsine müteşekkiriz, hepsi canla başla çalışıyor. İçinde sofusu da var, ülkücüsü de var, HDP’lisi de var, CHP’lisi de var. Müdahale olmadığı zaman, nasıl bir imece nasıl bir dayanışma ruhunun yükselebileceğine dair umut verecek, insanı kıvandıran en önemli duygu.” Önder, Adıyaman’da tanık olduğunu anlatıyor: “Örnek olması bakımından söylüyorum, burada bir baş yok. Yani herkes, yatkın olduğu şeyin ucundan tutarak, büyük bir imeceyle ve pratik çözümlerle, yakınmak yerine yaratıcı çözümler bularak, el birliğiyle, muazzam bir dayanışma içerisinde burada.”
Bir kez daha toplum dayanışmayı, empatiyi yükseltti. Tüm felaketin yıkıcılığına karşın gelecek için tutunacağımız dalı gösterdi. Birbirimize güvenmenin, dayanışmanın, örgütlenmenin önemine, gerekliliğine hatta zorunluluğuna tanıklık etti toplum. Pandemi melaneti sonrasında da yükselen “özen”, “empati”, “dayanışma” duygularındaki yükseliş kimliklere, kutuplaşmalara sıkışan toplumun önünde yeni bir fırsat alanı olduğunu gösterdi. Şimdi acıyı ve kayıpların yasını tutma vakti. Yasımızı tutarken örgütlenmeyi, dayanışma temelli örgütlenme kadar hak temelli örgütlenmeyi de yükseltme zamanı. Felaketin ardından yaraları sarmak, bölgenin yeniden imarı, ekonomik dinamikleri yükseltmek için de sivil toplumun gayretini çoğaltmanın zamanı. Toplumun birbiriyle ve sivil toplumuyla karşılıklı güveni inşa etmenin, güveni yükseltmenin zamanı.
Felaketin etkileri yalnızca bölgeyle sınırlı kalmayacak, sosyal ve siyasal sonuçları da olacak kuşkusuz. Bölgeden kayda değer bir göç olacağı öngörülebilir. Felaket anında dahi bir kez daha öcüleştirilen, ayrımcı ve nefret söyleminin hedefi haline getirilen göçmenlerin durumuna dair hiçbir veri yok elimizde. Kaç kişiydiler, kaç kayıpları var, nerelere doğru göç ediyorlar bilmiyoruz. Felaket nedeniyle oluşacak yerli ve Suriyeli göç sayılarının milyonları aşacağı beklenebilir. Bu durumda metropollerde oluşacak yeni gettolaşmalarla karşılaşmak mümkün olabilir. Kamu, yerel yönetimler ve sivil toplumun “herkes kendi şehrine, kendi ülkesine geri gidecek” zannına kapılmadan şimdiden ekonomik ve sosyal planlamaların yapılması gerekiyor. Sivil toplumun medya ve sosyal medyada bilinçli bilinçsiz yayılan yalan haberlerle, enerjiyi, gayreti azaltan savruk, doğrulanmamış, yalan bilgi ve haberlere karşı bir çabanın örgütlenmesi gerekiyor. Öncelikle de birbirimize güveni azaltan, ayrımcı ve nefret söylemine karşı örgütlü bir savunma stratejisi geliştirilmesi gerekiyor.
Belki de Behiç Ak’ın söylemiyle zihinlerimizde “çocukluğun deneyimsizliğine dönmek” gerekiyor. Polonyalı şair Zbigniew Herbert’in dizelerindeki gibi: “Pek seyrek oluyor. Dünyanın ekseni / gıcırdayıp durur. Her şey kalakalır o anda / Fırtınalar, gemiler, vadilerde otlayan bulutlar / Her şey / Çayırdaki atlar bile, bitmemiş bir satranç oyunundaki gibi. Bir süre sonra dünya başlar yeniden dönmeye. / Okyanus yutup kusar, vadiler buhar salar, atlar siyah çayırdan beyaz çayıra geçerler. / Havanın havaya çarparken çıkardığı sesin yankısı duyulur bu ara.” Ve elbette tüm yaşananların hemen ardından, göçüklerin dumanı tüter, kayıplarımızı defnedememişken daha siyasetçiler seçim konuşmaya başlar. “Cihannüma devletin” ya da görkemli devletin iktidarının bir insanı ihtişamlı devlet nutkunu unutur, yaşanan felaketin ardından devletin seçmen listelerini yapamayacağını, sandıkları kuramayacağını idrak eder ve seçimler ertelensin buyurur.
Eğer bu ülkede bir miktar hukuka saygı kaldı ise hatırlatalım, “Seçimler ancak savaş sebebiyle bir yıl geriye bırakılabilir. Bu kararı da TBMM alır.” Bunun dışındaki tüm zorlamalar gereklilik değil siyasidir ve iktidarı sürdürme gayretidir. Bu ülkede demokrasi seçimlerden ibarettir ne yazık ki. Ve bu ülkede seçim sonuçları üzerinde bir meşruiyet gerilimi olmadı hiç. 1946 seçimleri ilk çok partili seçim denemesidir ve tartışmalar, itirazlar sonunda iptal edildi. Ardından ilk seçimde iktidar hezimete uğradı. İkinci deneyimimiz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin hukuk dışı zorlama ve gerekçeyle iptali oldu ve ardından yine iktidar bozguna uğradı.
Şu anda ülkenin ihtiyacı olan son şey hukuku zorlayarak, yasal boşlukları kullanarak seçim ertelemesidir. Hele gerekçesi seçmen listelerini yapamamak, sandıkları kuramamak, güvenliği sağlayamamak aczi ise bu durum çok daha büyük tartışmalar ve seçimlerin meşruiyetine onarılmayacak güven kaybı yaratacaktır. İktidar ve muhalefet uzlaşırsa ancak erteleme mümkündür. Bu uzlaşmanın önünde ise aşılamaz engeller var. Erdoğan’ın üçüncü dönem adaylığına itiraz eden muhalefet şimdi hangi uzlaşmayla bu karara katılır bilmiyorum. Hele bu iktidarın ve bakanlarının ve depremde maharetlerine yakından tanık olduğumuz bürokratların yöneteceği hem de OHAL koşulları ve imkanlarını kullanacakları aşikar bir süre uzatımında uzlaşma mümkün mü, ondan da emin değilim. Hâlâ depremde bile ortak bir siyasal iletişim stratejisi oluşturamamış muhalefet bu hamleye nasıl cevap verir ya da zorlamayı nasıl engelleyebilir onu da bilmiyorum.
Bir kez daha gerçeklikle siyasi zeminin arasındaki yarığın büyüdüğü, çözümler için, ortak ufuk için değil “güç” için yapılan siyasete mahkum olduğumuza tanıklık ettiğimiz şu zamanda Pablo Neruda’nın “Sandalcı türküsü sona eriyor” şiirine ya da ağıtına sığınalım: “İnsan kendi yaptığı araçlara bindi. Ve sanat yapıtları, kurşun tablolar iplikten kederli heykeller korkunç oldular, kendini, aydınlığı, berbat etmeye adadı kitaplar, büyük işler pirinçliklerin çamurunda kan lekesiyle kendilerini kabul ettiler ve bir yığın insanın umudundan kala kala beklenmedik bir iskelet kaldı, bu yüzyılın sonu bizim ödememiz gerekeni ödüyordu gökyüzüne ve aya ulaşıyorken ve altından aletleri düşünüyorken biz, yavaş yavaş gıcırdayan alacakaranlığın oğulları, bilmiyorduk ölümün başka bir biçiminin bulunup bulunmadığını ya da başka bir gezegene sahip olup olmadığımızı.”
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı