Gezi Parkı direniş sürecini hükümetin yönetemediği açık. Çünkü anlayamadı. Hatta anlamak istemedi. Kendi pozisyonuna ve gücüne olan aşkıyla meseleyi başından beri yanlış okudu.
Neleri hangi zihni hatalarla yanlış okudu? AK Parti’nin hangi zihni hatalara takılı kaldığını anlamak için, Gezi Parkı direnişinin hangi zaman aralığında ortaya çıktığına ve bu zaman aralığındaki AK Parti’nin kendini konumlayışına bakmak lazım.
“Gezi Parkı direnişi ülke siyasi tarihinin en kritik kırılmalarının gelişmekte olduğu bir zaman aralığında gelişti. Yeni anayasa tartışmalarının ikircikli umutlarla da olsa gündemde olduğu, Kürt meselesin bir çözüm sürecinin umut var bir noktada olduğu bir zaman aralığı bu. Hem Kürt meselesinin çözümü hem de yeni anayasa birbirini de tetikleyen ve besleyen süreçler. Bir bakıma birindeki başarı diğerindeki başarıyı da getirecek. Ve bu iki konudaki başarı eski devletin zihniyetinin artık bir daha geri dönülemez biçimde tarihe gömülmesi olacak.
Böylesi kritik bir var olma mücadelesine dönüşmüş süreçler ve yaklaşılan viraj doğal olarak statükonun askerlerini ve eskinin egemenlerinin ölüm kalım savaşına dönüşmüş durumda. AK Parti ise eski yıkılırken yeniyi yalnızca kendi kimliği ve vizyonu üzerinden inşa etme çabasında.” (T24, Önerim Parkın boşaltılmasıdır, 15.06.2013)
Siyasi zeminde AK Parti yandaşlığı – karşıtlığı kutuplaşması, kültürel zeminde Türk – Kürt ve Sünni – Alevi kutuplaşması, toplumsal zeminde “modernler – dindarlar” kutuplaşması gibi ülkenin enerjisini emen, zihinleri ve duyguları ambargosuna alan farklı kutuplaşma dinamiklerinin bir arada çalıştığı bir zaman aralığı bu.
Gezi Parkı direnişi bu dinamiklerin hiç birisinden üremedi. Gezi Parkı direnişi "yeninin katılım talebi" olarak başladı. Elbette başladıktan sonra tüm kutuplaşmaların dinamikleri ve aktörleri bir biçimde dahil oldu, bir biçimde süreci yönetmek istedi. Ama bugün "sivil itaatsizlik eylemleriyle" süren sürece bildik hiçbir aktör, tüm manipülasyon ve provokasyon çabalarına karşın damgasını vuramadı. Hatta giderek onların da dışlandıkları bile söylenebilir.
AK Parti ise bu farklılığı göremedi, tüm süreci var olan kutuplaşmalar ve bu kutuplaşmaların aktörleri üzerinden okudu. Bildik kutuplaşmalar üzerinden okuyunca da iki psikolojik sorunu kabardı. İlki her şeyi "eski egemenlerin komploları paranoyası" içinden anlamlandırmak diğeri de "AK Parti’nin varlığına itiraz edenlerle" "AK Parti’nin politikalarını eleştirenleri" aynı kapta görüp, değerlendirmek. Bu AK Parti psikolojisi farklı olanı anlamlandırmalarına engel oldu.
Kürt meselesindeki açılım sürecinde de gözlenen bir başka zihni hata içinde AK Parti. AK Parti yeniyi kendisinin temsil ettiğini, toplumsal desteğinin hata yapsalar da hep yanında olacağını, daha da önemlisi küresel-ulusal-yerel tüm dinamiklerin kendi lehine çalışmakta olduğunu sanmak gibi deterministik bir bakış açısına sahip. Artık silahlı mücadelenin meşruiyetini kaybettiğini, tüm dünyanın Kürt meselesindeki pozisyonunun kalıcı biçimde değiştiğini, yeni dünya ve Orta Doğu dengeleri içinde dünyanın Türkiye’ye ihtiyacı olduğunu tespit ediyor. İçeride hala seçimlerde onu zorlayacak siyasi bir rakibinin olmadığını da görüyor. Sonra da kendisi hiçbir şey yapmasa, hatta hatalar yapsa da PKK’nın çekilmek zorunda olduğunu, dünyanın da toplumun da AK Parti’nin yanında olmak zorunda olduğunu düşünüyor.
O nedenle açılım sürecinde hala somut adım atmadan devam edilebileceğini, kardeşlik söyleminin yeterli olacağını sanıyor. Bu yaklaşımla hem Kürt meselesinde hem de Gezi sürecinde meselenin gerçek sahipleri ve dinamikleriyle ilişki yerine giderek hakarete varan, "mecbursunuz" diliyle konuşmaya devam ediyor.
O kadar ki bu "mecbursunuz" mantığı yerel ve küresel tüm aktörlere karşı hala aynı tondan sürdürülüyor.
“Ak Parti 22 Temmuz 2007 seçimlerinden sonra kutuplaşmayı bilinçli olarak artırdı ve kullandı. Yine 22 Temmuz sonrası giderek önceki döneminde uzak durduğu çatışmacı siyasete yöneldi. Kürt meselesinde, demokratikleşme ve Avrupa Birliği meselesinde çok gerilerde kaldı. Belki de kendi siyasi hedeflerinin sınırlarına geldi.
Şimdi Ak Parti yeni bir vizyon, politikalar ve kadrolar yenilemesi yapacak, gerçek bir muhafazakar demokrat parti olmayı hedefleyecek mi? Örneğin bütün muhafazakarlığı dini muhafazakarlık olarak okumaya devam edecek, tüm ahlaki ve gündelik hayat tartışmalarına dini referanslarla mı tepki verecek? Bütün muhafazakarları şoven, milliyetçi olarak görmeye devam edecek, Kürt meselesinde söylemde ileri, eylemde geri pozisyonunu devam ettirmeye kendini mecbur hissetmeye devam edecek mi? Demokratikleşme derken öğrencilere, işçilere her eylemde şiddet politikalarına devam edecek mi? Bu sorun alanları toplumsal vicdanı tetikleyebilir mi?
Tüm bunlar, toplumsal bellekte ve toplumsal psikolojide bir şeyleri bir yerlerde biriktiriyor olabilir. Özellikle de İsrail meselesinde olduğu gibi kimlikli politika ile savaşı, çatışmayı bile göze alabilme hali arasındaki ince çizgide herhangi bir kırılma toplumun başka kaygı ve korkularını harekete geçirebilir mi? Çünkü bu toplum nihai tahlilde tercihinin batı medeniyetinden yana ve barıştan yana olduğunu düşünüyorum ben. Buralardaki keskin kırılmalar ya da olası riskler Ak Parti’nin aşil topuğu olabilir.” (T24, Yeni yıl için siyasi senaryolar, 4 Ocak 2011)
Ak Parti 2011 seçimleri öncesinde bu vizyon yenilemesini yapamadı. Yeniyi temsil ettiğini sanırken eskinin siyaset tarzına ve yönetim anlayışına yöneldi. Seçimlerdeki aday listeleri, kurultayı sonrası değişen parti yönetim kadroları, Başbakan’ın yakın çalışma ve danışma kadroları eski, bildik, çatışmacı siyaset ve yönetim tarzından beslenenler ağırlıklı oluştu. Doğal olarak da hala ne olup bittiğini tam anlayabilmiş değiller.
Öte yandan da hakkını yemeden not edelim. Hala ne olup bittiğini anlamaya çalışacak, yorumlayacak, kendini buna göre ayarlayacak politikaları üretme kapasitesi ve hünerinin Ak Parti mutfağında olduğu görülüyor. Muhalefet yeniyi anlamak için bile geniş bir çalışma başlatmamışken, yeniyi yakalamanın yolunun yalnızca parlak bazı isimlere adaylık önermek sanılırken, Ak Parti mutfağında tam gaz çalışılıyor.