Toplum son yirmi yıldır gerek küresel gerek iç dinamiklerle, gerek teknolojik gerek sosyolojik müthiş bir değişim yaşıyor. Gündelik hayatın ritminden ekonomik ve siyasi hayata kadar hemen her şey yirmi yıl öncekinden farklı.
Bu değişim bir siyasi vizyonla yönetilmediği için biraz da toplumun daha iyi bir hayat arayışında kendi iç dinamikleriyle gelişiyor olduğu için hem ikircikli hem savruk.
Kentlere ve kentleşmeye dair konuştuğumuz sorunların tümü de eğitim, kadın meseleleri de Kürt meselesi ve kimlik siyasetleri meselesi de bu ikircikli ve savruk değişimden etkileniyor.
Çünkü siyaset tüm bu değişimin her boyutuna cevap üreten bir bütüncül vizyon üretemedi hem de ekonomik ve sosyal değişime paralel siyasi ve hukuki değişim başarılamadı.
O nedenle toplum taleplerini, umutlarını önüne koyduğunda hareket halinde ve değişime açık. Öte yandan kendine özgüveni, hoşgörüsü, hukukun üstünlüğüne olan inancı düşük toplum, değişen hayatın hem kendisine yönelik hem de ülke hayatına yönelik potansiyel risklerine karşı tedirgin, kaygılı, endişeli.
İki duygu bir arada çalışınca da bir yandan “devlet, tüm özgürlükler ve başörtüsü, cinsel yönelim gibi her türlü kişisel tercihler karşısında, bu tercihler ne olursa olsun tarafsız kalmalıdır” fikrine yüzde 70’i destek veriyor; bir yandan da yüzde 92’si şu ifadeyi destekliyor: “Devlet vatandaşlarını, onların tercihlerinden ötürü maruz kalabilecekleri ayrımcılığa ve saldırılara karşı korumakla yükümlüdür.”
Benzer şekilde yüzde 82’si “Anayasa Atatürk ilke ve inkılapları ile Atatürk milliyetçiliğine yer vermelidir” diyor, öte yandan yüzde 53’ü “yeni anayasa Kürt meselesini çözmelidir” diyor.
Bu ikircikli değişim sürecinin bir başka sonucu da değerler ile gündelik hayat pratikleri arasındaki mesafenin açılması oluyor. Doğru bilinenler ile yapılanlar arasında gri alan büyüyor. Çünkü toplumun yarıdan fazlası hukuka yarıya yakını siyasete, onda dokuzu bir diğerine güvenmiyor. Bu güvensizlik hali de anketlerde değerler üzerine sorulan sorular ile hayat pratikleri ve kendi tercihlerine dair sorular arasında çelişik gibi görünen bulguları üretiyor.
Bu araştırmanın önemli bulgularından birisi de toplumun devlete biçtiği rolde bir değişim eğilimi gözleniyor. Elbette başlı başına bir araştırma konusu olarak “devlet algısı ve tanımı” araştırılmalı (2013 planlamamızın içindeki KONDA araştırmalarından birisi bu) ama yine de bu araştırmada da bazı ipuçları var.
Sanki toplumun kafasındaki devlet tanımı “her şeye hakim ve her şeyi yapmaya kadir devletten” “hakem devlete” doğru dönüşüyor.
Toplumun yüzde 72’si “vatandaşların ait oldukları grup, kültürel kimlik ya da cemaatler olarak yaşayabilme özgürlüklerinin tanınmasını” istiyor, öte yandan da yüzde 85’i, “ait olunan kültürel grup içinde baskıya maruz kalan vatandaşların hakları için devletin müdahale etmesi gerektiğine” inanıyor.
“Kamu hizmetleri mümkün olduğunca halkın seçtiği yerel kurumlarca yürütülmelidir” fikri dörtte üç oranında destek görüyor. “Seçilmiş yerel yönetimler yalnızca kendi bölgelerinde geçerli olmak üzere merkezi sisteme ek olarak vergi düzenlemeleri yapabilmelidir.” cümlesi yüzde 48,5 oranında onay görüyor.
***
Yarın devam edecek