İnegöl ve Hatay olayları sonrası manşetler yine bildik: “oyuna gelmeyelim” vb. Kim yazıyor bunları, bir gün önce karşı görüşte olanı, kimliği farklı olanı hain diye damgalayanlar.
İnegöl ve Hatay olayları sonrası manşetler yine bildik: “oyuna gelmeyelim” vb. Kim yazıyor bunları, bir gün önce karşı görüşte olanı, kimliği farklı olanı hain diye damgalayanlar. Ekranlar da “ne oluyor bize” başlıklı tartışma programları. Konuşmacıları kimler, bir gün önce tükürükleri kameralara gelecek kadar bağrışanlar. Rating ya da tiraj uğruna meczuplara, gladyatörlere alan açarak, olanlara damla damla katkıda bulunacaksınız, sonra da “ne oluyor” analizleri için yine aynı insanlardan medet umacaksınız. Kutuplaşmayı kutupların silahşorlarıyla çözemezsiniz. Ötekileştirmeyle, ötekileştirenleri de ötekileştirerek mücadele edemezsiniz. Bir nefret söyleminin karşısına başka bir nefret söylemi geliştiremezsiniz. Şovenlerin, şovenizmin karşısına başka bir şovenizm koyamazsınız. Bu savlarımın öznesi ekseni Türk-Kürt ayrışması mı? Yalnızca Türk şovenizmi – Kürt şovenizmi mi? Kutuplaşma, ötekileştirme, gerilim, demokrasiyi sevenler ve karşı olanlar arasında mı ya da şeriattan korkanlar korkmayanlar arasında mı ya da Sünni-Alevi, sol –sağ, merkez-çevre, zengin-fakir arasında mı? Yoksa bambaşka bir şey mi? Galiba hepsi birden. Toplumu ve yaşanmakta olanları tek bir eksen, tek bir boyut, tek bir kelime, tek bir model açıklamaya yetmemektedir. Önce hepimiz bunu kabul ederek başlamalıyız işe. Sıcak Kürt meselesinden değil de daha soğukkanlı derdimi anlatabileceğim bir alandan örnek vereyim. Hepimizin öyle veya böyle suç ortağı olduğumuzu bilmenin sessiz utancıyla görmezden geldiğimiz Hrant Dink katillerinin davası örneğin. Cinayet hepimizin gözü önünde işlendi, katiller üç yıldır hala yargılanıyor (mu?). Mahkeme salonu her bir duruşmada bir tiyatroya, gösteriye dönüştürüldü katiller ve taraftarlarınca. Bu ülkenin katilleri bile utanmıyor artık. Hırsızların, yolsuzluklara bulaşanların, bankaları hortumlayanların utanmamasına alışmışken gele gele katillerin alkışlandığı günlere geldik. Yorumculara, kanaat önderlerine, Salı günkü grup toplantılarında şimdi de meydanlarda parti liderlerinin konuşmalarına bakın, umutsuzluk-çaresizlik-olanları anlamaktaki yetersizlik-anlayamadıklarına duyulan öfkeleri içeren gürültülü nutuklar. Sorun onlarda mı yalnızca. Hayır, aksine gündelik hayatın her yerinde, her anında derinleşen bir kutuplaşma. Yalnızca kutuplaşma da değil, ötekini düşman gören, yüz yüze geldiği herkesten kuşku duyan, yarın sabaha endişeyle bakan bir toplum. Utanmayan katillerinki ile otoyolda ters yöne girmeye bile cüret eden, uyaranlara da saldırganca cevap verenin duygu hali farklı mı? Kendi hayat tarzına tehdit gördüğünü yok etmek için şeytanla bile işbirliği yapma noktasına gelmiş kalabalıkların ruh hali bundan farklı mı? Gündelik ve toplumsal yaşamda hukuka güvensizlik, başkalarına güvensizlik dehşet boyutlara ulaşmış. Bireysel meselelerini hukuk dışı yollarla ve hatta silahla çözebilme tahayyülü bu kadar yaygınlaşmış, sıradanlaşmış. Başa gelen her bir talihsizliğin, sıkıntının kaynağı olarak ötekiler görülmeye başlanmış. Ülkenin en okumuş çocuklarının sosyal ağlarında bile nefret söylemi bu kadar çoğalmış. (İnanmadıysanız, bir günde aldığınız maillerin kaç tanesi ötekilere küfür, hakaret, aşağılama içeriyor, sayın, görün.) Her “hak” diyen bölücü, her namaz kılan şeriatçı, her “ne olacak bu memleketin hali” diyen Ergenekoncu ilan edilmiş. Daha ne olabilir ki? Toplumsal çözülme bu derinliğe ulaşınca, birisi kibriti bilerek çakmış veya çakmamış ne fark eder ki.