Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu tanımlayan temel belgelerden birisi olan Lozan Antlaşması’nın 3’üncü bölümü Türkiye’deki gayrimüslim azınlıklara dair düzenlemelerden oluşuyor.
Antlaşmanın 38’inci maddesine göre “Türk hükûmeti doğuş, milliyet, dil, ırk ya da din farkı gözetilmeksizin Türkiye’de yaşayan herkesin hayat ve özgürlüğünün tam olarak korunmasını teminat altına almayı taahhüt eder.”
Yine antlaşmanın 39’uncu maddesine göre “Türkiye’de yaşayan herkes, din farkı gözetilmeksizin yasa karşısında eşit olacaktır.”
“Hiçbir Türk uyruklunun, örneğin kamuda işe alınma, kamu görevi yerine getirme, onurlandırılma ya da iş ve meslek edinme gibi yurttaşlık haklarından ve politik haklardan yararlanmasında din, itikat ve inanç farkı gözetilmeyecektir.”
“Hiçbir Türk uyruklunun özel ilişkilerinde, ticarette, ibadette, basında ya da her tür yayında ya da halka açık toplantılarda herhangi bir dili serbestçe kullanmasına kısıtlama getirilmeyecektir.”
98 yıl önce altına imza koyduğumuz ilkelere bakın. Yalnızca gayrimüslimler değil Kürt veya Alevi yurttaşlar bile hâlâ ayrımcılık politikalarından kurtulamıyorlar. Türkiye’nin siyasi tarihi bir bakıma çözülememiş sorunlar tarihi.
Lozan Antlaşması’nı hatırlamam Netflix’teki kulüp dizisi nedeniyle oldu. Bir Başkadır dizisinden sonra yine bir Netflix dizisi ayna tuttu yüzümüze. Son derece insani bir yerden bu ülkenin yaşadığı tarihin unutmaya, unutturulmaya çalışılan bir dönemini ve olaylarını gündeme getiren dizi samimiyeti ve inandırıcılığıyla sarstı izleyen herkesi sanırım.
Dizi 6-7 Eylül olayları öncesi dönemde Musevi yurttaşlarımızın yaşadıklarının hikâyesi. Bu aralarda yayında olan yeni veya tekrar diziler de var ekranlarda. Alparslan: Büyük Selçuklu, Uyanış: Büyük Selçuklu, Barbaroslar: Akdeniz’in Kılıcı, Kıbrıs: Zafere Doğru, Tozkoparan İskender, Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman, Payitaht Abdülhamit, Bozkır Aslanı Celalettin… Bunlar son üç yılın kamu bütçelerinden fonlanarak yapılan, tarihi konu alan TV dizileri. Tarihi dizi olduğu iddia edilen bu dizilerin ortak noktaları, bugünün iç ve dış politika tartışmalarında iktidarın tutumlarının, tercihlerinin ve söylemlerinin, tarihi gerçekliklere uyup uymadığı belirsiz yüzlerce yıl öncesine ait birtakım olaylarda tekrarlamalarından ibaret. Tarih bugünkü iktidarın ideolojik tercihine göre yeniden yazılıyor. O nedenle de kulüp dizisi kadar bile bahse konu olamıyor.
Halbuki Göbeklitepe buluntuları Anadolu’nun insan yaşamı tarihinin 12 bin yıllık olduğunu gösterdi. Bilinen tarihi boyunca birçok önemli uygarlığın barındığı Anadolu’da Türklerin gelişinden önce Hititler, Frigler, Lidyalılar, İyonlar, Urartular, Asurlar, Persler, Truva, Pontus, Bizans vardı. Malazgirt sonrasında ise Selçuklular, Anadolu beylikleri, Osmanlı İmparatorluğu ve Türkiye Cumhuriyeti.
Bunca farklı medeniyeti, yaşanmışlığı biriktirmiş bu memleket bugün bir kez daha tarihi yeniden yazıyor, bir yandan tarihle yüzleşiyor diziler üzerinden.
Çünkü bu çabayı ve gerekliliği anlamlı kılan bir tarih bakışı ve anlayışı var bu ülkede. Hatta farklı tarihler var farklı siyasi duruşlara göre. Ölçünün, kriterin ne olduğuna göre değişiyor o farklı tarih bilgileri ve anlayışları. “Yaşanan tarih” var örneğin bir de “yazılı olan tarih” . “Hatırlanan tarih” var bir de “hatırlanmak istemeyen tarih”. “Siyasallaşan tarih” var, bir de “siyasallaşmamış tarih”. Bana göre en açıklayıcı olanlardan birisi farklı siyasi damarların başlangıç ve bitiş tarihi farklı olan tarih kabulleri.
Cumhuriyetçilere, ulusalcılara göre tarih 1919’dan başlıyor. Öncesinde yaşananlar kötü, geri, o nedenle bizim tarihimiz olmayı hak etmiyor. Bizim tarihimiz modernleşmenin, cumhuriyetin tarihi.
Dindarlara göre tarih bu topraklarda İslamiyet’le başlıyor. Cumhuriyet döneminde onlar kenarda, mağdur ve mazlumdular, tarihleri yalnızca inançları için uğradıkları eziyet ve mağduriyetten ibaret, şimdi son yılların etkin aktörü olarak yeni tarihlerini yapmakla ve yazmakla meşguller.
Türkçülerin, ülkücülerin tarihi biraz daha uzun geçmişten başlıyor. Orta Asya’dan Göktürklerden başlayıp bugüne gelen, 16 devlet kuran ama 15 devlet batırmayan (onları dış mihraklar ve dış dinamikler sona erdirdi çünkü) zaferler ve kahramanlıklar tarihi.
Üç siyasallaştırılmış tarihin ortak paydası “devlet”. Devletin yanlarında olduğu veya devlete hâkim oldukları sürece kendi tarihlerine de hakimler.
Devlet ise üçüne de sahip. Üçünden de seçmece bir devlet tarihi üretmiş. Kendini yeniden üretmesine yaradığı sürece, üç tarih yaklaşımından da işine gelen olayları, kişileri, ritüelleri, sembolleri almış, dördüncü bir sentezlenmiş, yeniden kurgulanmış tarih üretmiş.
Gerçek ise oralarda bir yerlerde hep var, değişmeden, değiştirilemeden. Biz şimdilik o tarihle turistik getirileri kadar ilgileniyor ve sahipleniyor olsak da bu toprakların havasında, suyunda o uzun tarihin kokusu, sesi, izleri var. Kimi zaman toprak altından fışkıran kemiklerde, kimi zaman bir istihbaratçının ya da suç örgütü liderinin itiraflarında, kimi zaman hâlâ belleğini yitirmemiş bir Dersimli ananın feryadında, kimi zaman Musevilerden öğrenilmiş bir şarkıda, Ermenilerden kalmış bir yemekte, Kürtlerden dinlenilen acı hikâyelerde. Gerçek tarih ağıtlarda, masallarda, atasözlerinde, mektuplarda, fotoğraflarda. Ve elbette arşivlerde ama arşivler devletin kontrolünde olduğu için istenilen dönem, istenildiği kadarıyla ve istenilen tarihçilere açık henüz.
Bu farklı tarih kabullerinin ortak yanlışı “insansız bir tarih” algıları oluşu. Özne insan olmayınca da vicdan da yok ahlak da. Olaylara ve meselelere vicdani ve ahlaki ve de elbette bilimsel kodlar olmadan, kendi pozisyonunuza uygun geliştirilmiş eksik bilgi, siyasi tavır ve tutumlar var. KULÜP dizisi bu unutulmuş, unutturulmuş bir dönemin yaşanmış gerçek hikâyesini anlatıyor. Olması gerektiği gibi.
Cumhuriyetin kuruluşundaki modelleme hem kalkınmanın hem de modernleşmenin öncüsü olan devlet ile tüm farklılık ve kimliklerinden soyutlanmış, devletine karşı ödevleri tanımlanmış tek tip vatandaşlar temeline dayanıyordu. Cumhuriyet’in tanımladığı toplum da monolitik toplum idi. Cumhuriyet, kuldan vatandaşa, ümmetten topluma dönüşme projesi olarak cinsiyet, etnik köken, dil, din farklılıklarının da yok sayılması üzerine bir vatandaşlık tanımı yapıyordu.
Tek tip toplum ve tek tip vatandaşlığın meşrulaştırılması, giderek yüceltilmesi, herkesi benzer hale getirme çabası özü itibariyle şiddet, dışlama, yok etme dürtüsü taşır. Çünkü farklılıkları yok saymadan tek tiplik fantezisini sürdürmek imkânsızdır. Sürekli bir öteki yaratılır, kendi kimliğini yücelten fanteziler kurulur. Farklılıklar ve eksiklikleri yok sayabilmek için de sürekli bir üst kimlik idealize edilir. Bütün ulus devletlerin gelişmesinde, tüm ülkelerde bizde de olduğu gibi tüm mitleştirmeler, kutsallaştırmalar, en büyük en üst ırk/köken söylemleri, tüm ritüeller aynen yaşandı.
Ama gündelik hayatın içinde doğal olarak farklı olanlar, farklı düşünenler, farklı davrananlar da var. Farklılıklar gündelik hayatın her alanında var oldukça, bu gerçeklik inkâr edilemeyecek boyuta varınca daha genelleştirilmiş dışlama, ötekileştirme fantezileri üretilmeye başlanır. Vatan bu ideoloji ve politikalar için gerekli soyut ve kutsallaştırılmış bir kavramdır. Yanan ormanlar, kirletilen denizler, kendi bombalarınızı bıraktığınız dağlar, çökülen, işgal edilen kamu arazileri vatan tanımı içinde değildir. Bu ideolojinin vatan tasavvuru da soyuttur, vatan tanımının gerçekle tek ilişkisi haritadır. O nedenle iktidarıyla, muhalefetiyle tüm devletçi siyasi aktörler güvenlik meselesine de yalnızca bu haritanın sınır çizgileri üzerinden bakarlar.
Bu yaklaşım yalnız tarihi değil, geleceğimizi de ayrıştırıyor. Kimse bir diğerinin acısını paylaşmadığı gibi, bayramını da kutlamıyor. Hâlbuki şimdi biliyoruz ki artık bu topraklarda 12 bin yıldır hayat var ve biz tüm bu geçmişin mirasçılarıyız. Zaferleriyle, yıkımlarıyla, sevinçleriyle, üzüntüleriyle, bayramlarıyla ve felaketleriyle tüm yaşananlar bizim geçmişimiz. Etrafınıza bir bakın hangi türkü kimin, hangi yemek hangi etnik kimliğin, hangi masal hangi dinin inananlarının ayırabiliyor musunuz? Geçmişi de birlikte yaşadık ve yazdık, geleceği da birlikte yaşayacak ve yazacağız.
Eğer bugün yeniden bir ortak geleceği inşa etmek meselesiyle karşı karşıyaysak yapılacak ilk işlerden biri de tüm geçmişimize her şeyiyle sahip çıkmayı öğrenmek. Bu da geçmişteki bazı yanlışlarla ve günahlarla; kendimizle yüzleşmeyi göze alarak barışmayı gerektirir.
Halbuki biz 15 Temmuz, 27 Nisan, 28 Şubat’a takılıp kaldık, daha geriye gidemiyoruz. Üstelik bu olayların iç yüzünün, siyasi sorumlularını, toplumsal zaaflarını bile hâlâ konuşabilmiş değiliz. Ne tarih bilgilerimizin yanlış ve kurgulanmış olduğu ne de gerçeklikteki paylarımız, suç ortaklıklarımız ortaya çıksın istiyoruz.
Yüzleşmeye yakın tarihimizden başlamalıyız. 15 Temmuz gecesi olanlarla, Roboski katliamıyla, Hrant Dink’in katliyle yüzleşmeliyiz önce. Susurluk kazasıyla, Madımak yangınıyla ve Maraş katliamıyla yüzleşip faillerini, tüm bu olayları ve o failleri üreten ve kullanan devlet organlarını, bürokratları siyasetçileri bulup çıkarmalıyız. Diyarbakır Cezaevi’yle, 12 Eylül ile yüzleşmeliyiz. Bütün bu trajedilerin faillerini bulup yargılayarak, mağdurlarından en azından özür dileyerek, yaralarını onararak, son kırk yılın kanlı geçmişinin ruhumuzdaki yükünden kurtulmalıyız önce.
Hukuk aracılığıyla yapılacak böyle bir yüzleşmenin toplumun vicdanında da karşılık bulacağını göreceğiz. Yakın geçmişten başlayan bir yüzleşme daha uzak geçmişle yüzleşmenin yolunu da açacak. Her şeyi aynı anda bilmek istersek hiçbir şey öğrenemeyeceğiz. Ama zamana yayıp prosedürleri üzerinde uzlaşabileceğimiz yüzleşme süreçleri bize bir arada yaşamanın yollarını öğretecek.
Toplumsal bellek hiçbir şeyi unutmuyor. Ama toplum unutmuş gibi yapıyor. Çünkü hatırladıklarıyla yüzleştiğinde ne yapacağını ne yapması gerektiğini bilmiyor.
Her kutbun ve kimliğin okumuşları kendi tarihlerini yeniden üretiyor. Toplum kendi belleğinde birikenlerle okumuşların anlattıkları arasında çelişkiye düşüyor. Giderek belleğiyle ve hakikatle ilişkisinin bozulduğu bir sarmala hapsoluyor. Ama gerçeklerin daha sakince konuşulabildiği ortamlar oluştuğunda, biraz yüzleşme ve barışma umudu ortaya çıktığında görüyorsunuz ki toplum hiç de balık hafızalı değil, üstelik yüzleşmeye sanıldığı gibi bir direnç de göstermiyor. Dersim için özür dilendiğinde, Kürt meselesindeki açılım süreçlerinde yaşananları hatırlayın. Toplumsal bellek aşılmaz psikolojik engeller üretmedi. Yüzleşmeye, kendiyle, tarihiyle barışmaya hazırdı.
Eğer tarihimizle yüzleşmeyi yarını doğru kurabilmek için yapabilirsek başarabiliriz. Toplum da buna hazır. “Farklı nedenlerle 6-7 Eylül, Madımak, Uludere Roboski gibi olaylarda devletin gazabına uğramış kesimler için devlet ne yapsın” diye sormuşuz bir dizi araştırmada. Eylül 2012’de bu soruya “Devlet hiçbir şey yapmasın” cevabı verenler yüzde 35 oranındayken Ocak 2021’de yüzde 25’e gerilemiş. Eylül 2012’de “özür dilesin” diyenler yüzde 13, “tazminat ödesin” diyenler yüzde 10, “ikisini de yapsın” diyenler yüzde 45 oranındaydı. Ocak 21’de ise “özür dilesin” diyenler yüzde 8, “tazminat ödesin” diyenler yüzde 4, “ikisini de yapsın” diyenler yüzde 62. Yani uzlaşmayı hayal edenler 9 yılda yüzde 65’ten yüzde 75’e yükselmiş.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı