Seçime dönük öngörülerin çoğunda benzer bir hatalı yaklaşım var. Sanki o seçim uzay boşluğundaki bir zamanda ve toplumda gerçekleşecekmiş gibi düşünülüyor. Ya da hiçbir şey değişmiyor ve değişmeyecekmiş gibi. Halbuki 1950’den bu yana yapılan çok partili genel seçimlerin 72 yıllık tarihi bize çok önemli ipuçları veriyor. Aşağıda verdiğim tablo, genel seçimlerin özeti sunuyor ama bu tablonun bende esas gösterdiği şey şu: Bu ülkenin siyasi hayatında partiler ve seçimler vazgeçilmezdir. Bu toplum, bunca deneyim, bunca badireden sonra bile seçim hakkını kullanmaktan hiçbir koşulda vazgeçmemiştir, vazgeçmez de.
Bu topraklarda demokrasi hep seçimlerin yapılabilmesi ve siyasi partilerin varlığıyla tanımlanmıştır. Bu anlayışın eksik olduğu, seçim yasalarından siyasi partiler yasasına kadar her şeyin çağ dışı, hatta anti-demokratik biçimde işlediği de doğrudur. Ancak bu topraklarda gerçek demokrasi bu siyasi yapının içinden gelişecek. Bu umudun en büyük dayanağı da bu toplumun yaşadığı, sahip olduğu, darbecilerin bile görmezden gelemediği bu seçim ve siyaset deneyimi birikimidir. Çok partili siyasal sisteme geçildiğinden ve seçimler yapılmaya başladığından beri Türkiye’de toplam 19 genel seçim yapıldı. 1946’da ilk çok partili seçim deneyimi var ama o seçim daha sonra tümden iptal edildi. Tabloya baktığımızda, çok partili siyasi sistemin kırılma ya da sıçramalarını askerî darbelerle ilişkilendirebilir ve anlamlandırabiliriz. Ama seçim sonuçları üzerinden başka dönemlere, değişim ve sıçramalara bakmak da mümkün.
Öncelikle 1950’de Kurtuluş Savaşı’nı yönetmiş, Cumhuriyet’i kurmuş kadroların partisi; devlete, bürokrasiye hâkim CHP’nin kaybettiğini ve kavga gürültü olmadan iktidarı Demokrat Parti’ye devrettiğini görüyoruz.
27 Mayıs Darbesi'yle Demokrat Parti kapatılmış, Menderes idam edilmiş olmasına rağmen, Demokrat Parti’nin devamı olduğunu açıkça ilan eden Adalet Partisi 1965 seçimlerinde rekor oyla kazanmış ve sistem yine iktidarı Adalet Partisi’ne devretmiş.
Sonra 12 Mart Askerî Muhtırası ile tekrar sisteme müdahale edilmiş, ki bunlar Soğuk Savaş’ın dünyadaki en sert yılları olmakla kalmayıp NATO üyesi Türkiye’de Gladio tipi örgütlenmeyle devletin sol fikir ve hareketlere karşı en şedit ve organize olduğu yıllar, CHP’de Bülent Ecevit, İsmet İnönü’ye karşı CHP genel başkanlığını kazanmış, 1977 seçimlerinde “Toprak işleyenin, su kullananın!” sloganıyla CHP’nin bugün de dâhil ulaşabildiği en yüksek oy oranına ulaşmış. Fakat 12 Eylül Darbesi'yle ordu bir kez daha sisteme ve gidişata toptan müdahale etmekte gecikmiyor, yüz binlerce siyasi tutuklu, yüzden fazla gencin idamı ve binlerce işkence gerçeği yaşanıyor. Ne var ki, 1983 genel seçimlerinde generallerin partisi değil, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi en fazla oyu kazanıyor ve generaller de iktidarı Özal’a devrediyor. 28 Şubat 1997 müdahalesi ile bu kez siyasal İslâmcı hareketin yükselişine ve siyasete müdahale ediliyor, ardından 1999 Marmara Depremi ve 2000-2001 ekonomik krizleri yaşanıyor, seçmen bu kez de siyasal İslâmcı kadroların öncülüğünde kurulan AK Parti’yi birinci yaparak iktidarı ona veriyor.
Bu akışa ve sıçramalara bakıldığında, meselenin yalnızca sağ-sol üzerinden okunmasının ve “toplumun sağcı olduğu” ya da “mağduriyeti sevdiği” gibi siyasi anlamlandırmalara varılmasının eksik ve hatalı olduğu görülüyor. Toplum değişim istiyor, devletin ve sistemin değişimin önüne koyduğu güçlere, partilere değil, sistemi değiştirme vaadini öne çıkaran partilere oy veriyor. Bugün de toplum yine aynı noktaya geri döndü; 2023 seçimlerinde kimi değişimin temsilcisi olarak görürse ona oy verecek. Öte yandan seçim sonuçlarını, seçime katılan partilerin ideolojik, fikri duruşlarını hiç dikkate almadan yorumlamak da doğru olmaz ve ideolojiler üzerinden gruplama yaptığımızda başka bir anlamlandırma ortaya çıkar. Siyasi hayatımızda CHP ve DP ayrışmasıyla başlayan süreçte, sağ partiler arasında iki alt damar daha oluştu; Türkçü ve milliyetçi partilerle muhafazakâr ve siyasal İslâmcı hareketlerin öne çıktığı partiler. Diğer tarafta ise CHP kendini bir tarihten itibaren ortanın solu olarak tanımlasa da sol ve sosyalist hareketler zaman içinde partileşti, bölündü, değişti, tekrar partileştiler. Gerek darbelerin kesintileri gerekse akımların kendi iç çatışmaları ve değişimleriyle parti organizasyonları farklılaşsa da bugün hareketlerin oy toplamlarını bir araya getirerek analiz etmek mümkün.
Seçim sonuçlarını bu siyasi damarlar üzerinden analiz ettiğimizde, 1950’de Demokrat Parti ile başlayan siyasi damarın daha sonra Türkçü ve İslâmcı partilerin güçlendiği oranda dağıldığını, ama AK Parti ile beraber tüm sağ hareketin konsolide olduğunu görüyoruz. Türkçü, milliyetçi hareket ise her koşulda kendi varlığını ve partisini en düşük zamanında bile yüzde 10 mertebesinde koruyor. Bir bakıma İslâmcı hareket tarz değiştirerek geleneksel sağı da kendi içinde eritmiş ya da kapsama alanını genişletmiş denebilir.
Merkez sol kanatta ise CHP yüzde 40 mertebesini yalnızca iki seçimde geçebilmiş durumda; arada Halkçı Parti, Sosyal Demokrat Parti ve Demokratik Sol Parti şeklindeki ayrışmalara karşın, bugün hepsi yine CHP’de konsolide olurken partideki mevcut oy yüzde 25 mertebesine kilitlenmiş halde.
Kürt siyasi temsilci ve hareketleri ise ilk seçim dönemlerinde hem Demokrat Parti hem de CHP içinde var olabilmiş, sisteme yakın düşünen Kürtlerin temsilcileri sağ partilerde, sisteme muhalif Kürtlerin temsilcileri ise sol partilerden siyasete dahil olmuş, 2007 seçimlerinden itibarense önce bağımsız adaylar yoluyla 2015’ten itibaren de kendi partileriyle temsil edilmiş haldeler. Sağ cenah AK Parti’de konsolide olurken sol cenahta bir konsolidasyon sürecinin yaşanmadığı tablodan görülüyor. Başkanlık sistemi sürdüğü ve kazanmak için yüzde 50+1 oy gerektiği sürece konsolidasyonun süreceği öngörülebilir, fakat AK Parti konsolide ettiği kitleleri daha da sağa doğru çektikçe merkezde oluşan boşluğa önce İyi Parti sonra DEVA, Gelecek gibi başka partilerin talip olacağı da öngörülebilir.
Şimdiye dek yapılan seçimlerin sonuçlarına dair bir başka okuma, sonuçları geleneksel sol-sağ siyasi tanımları üzerinden anlamlandırmak olmuştur. Yukarıdaki tabloyu sağ ve sol üzerinden toplayarak özetlediğimizde ise aşağıdaki tablo oluşuyor. Tabloda dikkat çeken temel örüntü, 1950 seçimlerinden bu yana sağ oyların ya da muhafazakâr seçmenin siyasi tercihlerine hitap eden sağ partilerin oylarının toplamının ortalama yüzde 60-65 bandında, seküler seçmeni veya sol fikriyatı temsil eden oyların da yüzde 35-40 bandında olması. Fakat bu oylar bugün yüzde 27-29 gibi CHP ve sol partilerde, yüzde 11-13 gibi de Kürt siyasetini temsil eden partilerde konumlanıyor. Bu tablo da bizi daha önce bahsettiğim muhafazakârlar-sekülerler-Kürtler şeklinde ya da sağ-sol-Kürt siyaseti gibi kodlanabilecek üç Türkiye analizine getiriyor. Ülkenin de dünyanın da çağ değiştirdiği son yetmiş yılda bu üçleme ve ağırlıkları değişmiyor ise sorun var demektir. Çünkü sorun, aynı zamanda üç Türkiye olmasıdır. O nedenle yeni siyasetin, bu çıkmazın, bu oyununun kurallarını ve sonucu değiştirecek bir siyaset olması gerekiyor.
Altılı Masa'nın fırsat alanı da bu yeni siyasetten geçiyor.
Ara dönemler hariç sol-sağ veya muhafazakâr-milliyetçi-sosyal demokrat partiler ilk kez bir araya gelmiş durumdalar. Onları bir araya getiren koşullar, gerekler ve kendi gerekçelerini aşarak yeni bir siyaset üretmek zorundalar. Kimliklerini, seçmen tabanlarını da aşarak hatta dönüştürerek yeni bir hikâye yazmak zorundalar. Ancak o zaman sol-sağ ayrışmasını ya da kimliklere dayalı üç Türkiye tablosunu aşabilirler. Seçim tarihini hangi fırsatın üzerinden anlamlandırmaya çalışırsak bugünkü gidişatı değiştirebiliriz sorusuna cevap aramak için bakarsanız, cevap değişim, düzen değişikliği vaadinin önde olduğu seçimler bana kalırsa.
O nedenle bugün Altılı Masa'daki partiler kendi kimliklerine, seçmen tabanlarının duygularına, kendi zihni ve ruhi ambargolarına, kendi parti çıkarlarına sıkışarak o beklenen büyük hikâye ve siyaseti üretemediklerini görmeliler. Çünkü bugün biliyoruz ki bu toplum çok kimlikli, çok kültürlü. Yalnızca bir kimliğe dayalı düzeni yeterince zorladık, denedik. Bugün toplumda yeni “biz” duygusu üretmeyi, ortak yaşama iradesini güçlendirmeyi, kurum ve kuralları yenileyerek yeniden inşayı konuşuyorsak toplumun doğal çoğulculuğuna uygun olmak zorunda. Toplumu kâğıt üzerinde iki boyutlu çizerek tanımlamak, anlamak istediğimizde iki eksen açıklayıcılığıyla öne çıkıyor. Birinci eksen eğitim, gelir gibi sosyoekonomik gelişmişlik. Yani eğitimi, gelir seviyesi en yüksek olan kesimlerden en düşük kesimlere doğru bir sıralanma oluşuyor. Diğer eksen de etnik aidiyet; Türkler ve Kürtler.
Bugünün siyasi partilerini bu iki eksenli, iki boyutlu çizime yerleştirebilirsiniz. Sosyoekonomik gelişmişliği en yüksek Türklerin partisi olarak CHP, sonra yine Türklerin içinde sosyoekonomik gelişmişliğin aşağıya doğru düştüğü aynı eksen üzerinde sırasıyla İyi Parti, DEVA, MHP, Gelecek, Saadet ve AK Parti. Etnik aidiyet ekseni üzerinde ise tüm bu Türklere yaslanan partiler ve diğer tarafta da Kürtlere yaslanan HDP. Hemen not edeyim, bu şema kabaca durumu anlatabilmek için geçerli, gerçek hayatta seçmen profilleri ve partiler bu denli sıfır veya bir durumu değil daha hibrit bir durumu temsil ediyorlar elbette.
Bu iki boyutlu açıklama bir bakıma benim “Üç Türkiye” tezimi de destekleyen bir fotoğraf oluşturuyor. Ama aynı toplumsal çizimi kâğıt üzerindeki iki boyutlu halinden çıkarıp, uzay boşluğuna, üç boyutlu hale taşıyalım dediğimiz durumda üçüncü boyutu açıklayan, şekillendiren unsur dindarlık seviyesi oluyor. Bugünkü toplumu uzay boşluğunda tanımlamaya çalıştığımızda, sosyoekonomik gelişmişlik seviyesi, dindarlık seviyesi, etnik aidiyet koordinatları hemen birçok şeyi açıklıyor. Bu üç boyutlu toplumsal dokunun içindeki farklılıklar eğitim ve gelir seviyesine göre, dindarlık seviyesine göre ve etnik aidiyetine göre açıklanabilir oluyor.
Eğitim ve gelir seviyesi yüksek, dindarlık seviyesi düşük ve Türk seçmen profiline daha yakın parti CHP. Eğitim ve gelir seviyesi ortalamanın biraz üzerinde, dindarlık seviyesi ortalamada Türklerin partisi İyi Parti. Eğitim ve gelir seviyesi düşük, dindarlık seviyesi yüksek Türklerin ve dörtte bir oranındaki dindar ve yoksul Kürtlerin partisi AK Parti, diğer dörtte üç Kürtlerin partisi HDP. Ülkenin meselesi yeni bir toplumsal uzlaşmayı inşa edebilmek, ortak ufku çizebilmek. Onurlu bir yaşam hakkına herkesin sahip olabildiği, herkesin kendini içinde var hissedebildiği yeni bir gelecek hikâyesi yazabilmek. Bunun ilk şartı da “biz” duygusunu yeniden güçlendirebilmek. Altılı Masa'nın kendisini paralize eden, öncü partisi CHP’nin geleceği düşünme enerjisini yok eden aday kim olacak sorusundan bir an önce kurtulması gerekiyor. Daha da önemlisi CHP’nin kendi iç aday adaylığı rekabetinden, Altılı Masa'nın birbiriyle siyasi rekabetinden bir an önce iktidarla rekabeti öncelemesi ve meseleyi iktidara karşıtlıktan düzeni değiştirme iddiasına çevirmesi gerekiyor.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı