Türkiye, insanların birbirlerine en az güven duyduğu ülkelerden biri. ‘Başkalarına güvenir misiniz?’ sorusuna Türklerin yüzde 90’ı olumsuz yanıt verir. Türkiye, 120 ülke arasında güven duygusunun en zayıf olduğu 7’nci ülke.
Dünya çapında yapılan araştırmalarda standart bir soru kullanılır: “Sizce genelde insanların çoğunluğuna güvenilebilir mi?” Türkiye’de toplumun yalnızca yüzde 6.3’ü “İnsanların çoğuna güvenilebilir” diyor; yüzde 93.7’si ise “Dikkatli olmak gerek” cevabını tercih ediyor.
İlk kez tanışılan birine güven hayli düşük, yüzde 12. Öte yandan toplumun yüzde 46’sı kendiyle aynı dinden, yüzde 35’i ise aynı etnik kimlikten birine güveneceğini söylüyor. Birinin farklı dinden veya etnik kimlikten olması, güvenme ihtimalini yarı yarıya düşürüyor.
Siyasi kurumlara güven ise kişilere olan güvenden biraz daha fazla. Hükûmet ve Meclis’e yüzde 43, siyasi partilere ise yüzde 19 oranında güveniliyor. Elbette bu oranlar da güncelin gerilimlerine, iktidarda kimin olduğuna ve oy verilen partiye göre değişiyor. Ama esas itibarıyla toplumun yarıdan fazlası hükûmete ve Meclis’e güvenmiyor.
Güven meselesini düşünmeye başladığımızda asıl sorunun, toplumun hukukun üstünlüğüne inancı olduğunu görüyoruz. Kimler mahkemelere ne kadar güveniyor? Hangi durumlarda hukukun çiğnenebileceğini düşünüyor? Hukuk kime, ne ifade ediyor? Adaletin anlamı kim olduğunuza göre değişiyor mu?
Türkiye’de adalet denince toplumun yüzde 94’ü “Herkesin dini, kökeni, cinsiyeti, fikri, dili, rengi ne olursa olsun eşit olması”nı anlıyor. Ardından hukuka uygunluk ve haklının haksızın ayırt edilmesi ekleniyor. Bulgular toplumun hukuk devletinin varlığı konusunda hayli tereddütlü olduğunu gösteriyor. Örneğin, devletin bazı kurum veya memurlarının işlemlerinde hukuk dışına çıktığını düşünenlerin oranı yüzde 40’ı buluyor.
Toplumun yüzde 25-35’lik bir kesimi kanunlar önünde devlet ile vatandaşın eşit olduğuna inanmıyor. Devletin ve memurların hataları karşısında yargının, kendisini, suç işlemese bile korumayacağını, mahkemelerin çıkar karşılığı iş yaptığını düşünüyor. Hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin anayasasında yazılı olduğu bir ülkenin yurttaşlarındaki bu algı, kendi başına problemin ifadesidir.
Hukuk devletine inancın ne kadar az olduğu, yargının işlevi sorulduğunda da anlaşılıyor. İnsanlar yargının işlevini tanımlarken “suçluları cezalandırmak” ve “vatandaşların kanunlara uyup uymadığını denetlemek” şıklarını aynı oranda işaretliyor.
Mahkemelerde hakimlerin, savcıların karşılarındaki kişinin cinsiyetine, mezhebine, etnik kökenine, gelir seviyesine, iktidara yakınlığına göre farklı davranıp davranmadıkları konusundaki algı negatif. Özellikle farklı kültürel kimliklerde yargının tarafsız olmadığı algısı çok güçlü.
Başka türlü söylersek, toplumda güçlü bir “yargı tarafsızdır” algısı yok. Taraflılık algısı “iktidarın adamı olmak” ile “zengin ve fakire farklı muamele edildiği” konularında zirveye ulaşıyor. Toplumun beşte biri, adaleti güçlü olanların kendilerini haklı çıkarmasının yolu, yarıya yakını da yargıyı güçlü olanın kendini haklı çıkardığı yer olarak görüyor. Tüm bu algı ve kanaatlere bakıldığında toplumun naturasına dair bazı noktalar öne çıkıyor. Birincisi, toplumda hukuk devletine inanç zayıf. İkincisi, devletin hayatı düzenleyen değil denetleyen olması. Üçüncüsü de devletin ve memurlarının işlemlerde hukuk dışına çıktıkları kanaatinin yaygın olması.
Toplum ortak hayata dair sorunlara, bu sorunları çözmesi gereken hükûmete, Meclis’e, hukuka bakıyor ve müşterek hayatın sorunlarına ilişkin söz istemekten bile kaçınıyor. Bu nedenle, bireysel hayatını koruma güdüsü güçleniyor ve ailesine sığınıyor.
Öte yandan ortak hayatta, sokakta güçlü bir devlet, hukuk ve kurumlar istiyor ki hayatı düzenlesin. Bunların eksikliği konusunda toplumsal belleğin biriktirdikleri umutsuzluğu körüklüyor. Hele son aylarda yaşanan ekonomik buhran nedeniyle de afallamış, sığındığı bireysel hayatı üzerinde bile kontrolü kaybettiği duygusuyla paniklemiş durumda.
İşte tam da bu birikmiş deneyimlerden beslenen ve güncelin esir aldığı güvensizlik duygusuna teslim olmuş toplumun önce memleketin geleceğine olan güvenini, sonra da kendine olan öz güvenini yükseltmek gerek. Bu olmadan yeni bir gelecek için gayret ve arzuyu üretebilmek mümkün değil.
Muhalefetin handikabı da bence bu noktada. Çünkü henüz seçimi kazanabileceğine, sonra da sistem değişikliği yapabileceğine dair güveni oluşturabilmiş değil. Bunu oluşturmadan sistemi değiştirebilecek siyasal güce, toplumsal desteğe yalnızca siyasal mühendislik hesaplarıyla ulaşamayacak.
Muhalefetin önündeki eşiğin iki katmanı var. Birincisi siyasete olan güvensizlik. İkincisi de her bir partinin toplumun güvenini kazabilmek konusundaki handikapları.
1969 genel seçimlerden 12 Eylül darbesine kadar geçen 11 yılda 13 hükûmet görev yapmış. Bu hükûmetlerin ortalama ömrü 10.5 ay. Aynı dönem, Türkiye’de kentlileşmenin ivme kazandığına da tanık oluyoruz.
Derken 1980’de 12 Eylül darbesi olmuş. Darbe sonrası ilk genel seçimler 1983’te yapılmış. 1983 genel seçimlerinden 2002’ye kadar 19 yılda ülkeyi 14 ayrı hükûmet yönetmiş ve ortalama hükûmet süresi 16 ay 6 gün olmuş, yani bir buçuk yıldan da az.
Ortak bir siyasi ufku olmayan, siyaset marifetiyle yönetilebildiği tartışmalı, sanayi toplumu olmaya çalışan, Avrupa Birliği’ne üyelik üzerinden Batı’ya eklemleneceği varsayılan bir ülke, ortalama ömrü bir buçuk yıldan az olan hükûmetlerce yönetilmeye çalışılmış.
Bu esnada, toplum kentliliği de aşmış ve metropolleşmeye, teknolojik devrimin öncü ürünleriyle karşılaşmaya ve sonuçlarını deneyimlemeye başlamış. 1970’te 35 milyon nüfusunun yüzde 62’si kırlarda yaşarken, 2000’de yüzde 35’i kırlarda yaşayan 67 milyon nüfusa ulaşmış. 1970’te ortalama eğitim süresi 2.8 yıl iken, 2000 yılında hâlâ dünya ölçeğine göre düşük de olsa 5.9 yıla yükselmiş. Bugün ise 85 milyon nüfus ve yüzde 84’ü kentleşmiş, yüzde 52’si metropolleşmiş, ortalama eğitim 9 yıla yükselmiş.
Bu hızlı değişimin sonuçlarının ilk bakışta kaotik bir manzara arz etmesi de bundan. Kentlerin, mahallelerin, sokakların, binaların düzensiz, plansız, estetik ve uyumdan yoksun görüntüsü, bir müşterek halet-i ruhiyenin dışa vurmuş hali. Siyasi ufku, rehberi olmayan, hukukun güncele uydurulmadığı bir toplumda, ortak toplumsal yaşamın tüm gelenek, töre ve normlarının hızlı değişim karşısında dağılmaya yüz tuttuğu bir süreç bu. Dağılanın, değişenin yerine ne konulacağı konusunda ise bütünüyle siyasetsiz ve rehbersiz kalmış.
1983-2002 arasında yapılan 5 genel, 4 yerel seçim sonuçlarının özet tablosu bu tespiti haklı çıkarıyor. Genel seçimlerin son dördünde birinci parti değişmiş. Aslında seçmen değişim yılları boyunca bir parti aramış; partizanca hareket etmemiş, kendisine hitap eden partilere şans vermiş. Öte yandan, 1999 genel seçimlerinde 5 partinin yüzde 12 ile yüzde 22 arasında oy alması da gösteriyor ki siyasi güç parçalanmış.
Bu sürecin son dört yılı daha da travmatik olaylara sahne olmuş: 28 Şubat muhtırası, 99 Marmara depremi, 2000 ve 2001 ekonomik krizleri. Hele son ekonomik krizin Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasında Anayasa kitapçığı fırlatmasıyla başlaması meselenin tuzu biberi olmuş. Bu dört yılda toplumun siyasilerden askeri bürokrasiye, büyük sermayeden medyaya tüm aktörlerle güven ilişkisi en düşük seviyeye gerilemiş. Hatta güven duygusunun tamamen kaybolduğu bir toplumsal iklime girilmiş.
Her ay en az iki araştırmayla topluma dair verileri gören birisi olarak tespitim, toplumun bugün de aynı ruh haline geri döndüğü. Hatta daha da travmatik bir toplumsal ruh halinin var olduğu. Bu nedenle muhalefetin önündeki aşması gereken duygusal eşik bu.
Altı partili muhalefet ittifakındaki İyi, DEVA ve Gelecek partileri yeni parti oldukları için haklarındaki olumlu veya olumsuz kanaatler ağırlıklı olarak lider ve kadrolarına dair bilgi ve kanaatlerden ibaret bir bakıma. Saadet belirli bir sosyolojik kümeye ait olduğu için Temel Karamollaoğlu’nun tüm çabasına karşın toplumun yaygın kümelerinin radarında değil. Demokrat Parti de benzer konumda. Yani bu partilerin ittifaka olan güven ya da güvensizlik duygularındaki rol ve ağırlıklıları belirleyici büyüklükte değil. O nedenle problem CHP’ye dair, bu eşiği aşmakta da ağırlıklı rol CHP’ye düşüyor.
Ama bugün iktidar toplumsal desteğini kaybettiği halde neredeyse CHP’ye geçen seçmen yok. Yeni seçmenlerden kazandıkları dışında CHP örneğin 2018 Haziran seçimlerinde Ak Parti ve MHP’ye oy veren seçmenlerden yeni oy kazanamıyor. Bir bakıma CHP kentli, seküler seçmenlerin bir kısmının kimlik partisi haline dönüşmüş durumda.
Kılıçdaroğlu da sanki partiyi dönüştürme iddiasından vazgeçmiş görünüyor. Bir süredir partisinin açılımlarıyla değil bireysel söylemleriyle diğer kimliklere ulaşmaya çalışıyor. İttifakın diğer parti ve liderleriyle tevazuya dayalı bir ilişki içinde liderler gözünde müthiş bir güven ürettiği gözleniyor.
Bu strateji CHP’nin değilse de ittifakın diğer partilerinin kazanmasını doğallaştırıyor. Fakat bu da muhtemelen CHP içinde başka handikaplar doğurmaya aday.
Ülkenin geleceği için esas olan kimlikleri aşacak, geleceğe dair iddiası olan yeni siyaseti inşa etmek. CHP bu rolü kendi üzerinden değil ittifak üzerinden oynamaya çalışıyor. Ama ittifaka güvenin güçlenmesi de CHP’ye güvenin güçlenmesinden geçiyor.
Toplum bu güveni Kılıçdaroğlu’na bakarak mı, il ve ilçelerdeki CHP siyasetçilerine bakarak mı oluşturacak? Güven İzmir’den Tunç Soyer’in tavrıyla mı Bolu’dan Tanju Özcan’la mı yükselecek?
Bugünün odağı kendisinin aday olup olmayacağı ya da kimi aday göstereceği üzerine olsa da Kılıçdaroğlu da CHP örgütü de bu sürecin sonunda CHP’nin konumunu, kimliğini ve karakterini ülkenin geleceği üzerinden yeniden düşünmek zorunda kalacak.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı