Havasına suyuna, taşına toprağına / Bin can feda bir tek dostuma / Her köşesi cennetim, ezilir yanar içim / Bir başkadır benim memleketim.”
Ayten Alpman’ın bu şarkısını herkes bilir. Geçen hafta yazdığım gibi milliyetçilik de toplumda yaygındır. Ama yine herkes bilir ki bu memleketin havasına, suyuna, toprağına hoyratlıkta başta devlet her kurumsal aktör de her yurttaş da oldukça gayretlidir.
Tarım ve Orman Bakanlığı verilerine göre Türkiye’nin 780 milyon hektar coğrafyasının yüzde 3’ü olan 23.4 milyon hektarı tarım arazisi, yüzde 1.7’si, olan 14 milyon hektarı mera ve yüzde 3’ü olan 23 milyon hektarı ise orman alanları.
15 yaş üstü istihdama dâhil nüfusun yüzde 3’ü çiftçi ve hayvancılıkla meşgul. Türkiye, yüzde 3 nüfusunun, yine coğrafyasının yüzde 3’ü kadar olan tarım arazilerinde üretebileceği tarım ürününe mahkûm.
Türkiye kurak ve yarı kurak iklim kuşağında yer alıyor. Hatta İç Anadolu yıllık yağış ortalaması bakımından çöl ve yarı çöl iklimine sahip. Su kaynakları bakımından ise Türkiye su fakiri ülkeler sınıfında sayılıyor. Yine, topraktaki organik maddenin yüzde 1’in altında olması nedeniyle de organik madde fakiri grupta yer alıyor.
Tarım arazilerinin organik madde bakımından fakirliği, su kaynaklarının yetersizliği ve yeterli yağışın olamamasının yanı sıra çiftçi sayısında azalma ve üretimde verimlilik düşüklüğü nedeniyle de gıda kriziyle karşı karşıya. Acı gerçek şu ki bugünkü tarımsal yapı ve politikalarımız ile ihtiyacımız olan tarımsal ürünlerin tümünü kendi topraklarında üretebilecek durumda değiliz.
Küresel iklim değişikliklerinin üreteceği sorunlardan olumsuz anlamda en çok etkilenecek ülkelerden biri Türkiye. Daha açık konuşalım, Türkiye bir yandan açlık ve gıda krizi, bir yandan su krizi ile karşı karşıya iken elindeki kıt kaynakları koruma, iklim değişikliğinin ürettiği felaketleri yönetme aczi içinde. Ne yazık ki siyasi aktörler de kamu otoriteleri de meselenin ne denli çok boyutlu, çok katmanlı, çok aktörlü olduğunun farkında değil. Bu nedenle bir strateji de yok.
Aksine başta iktidar, tüm karar vericiler krizleri daha da büyütecek politikalar ve uygulamalar içindeler. Nitekim TEMA Vakfı’nın 24 ile odaklandığı bir çalışmasına göre coğrafyanın üçte ikisi maden ruhsatlarına bağlanmış durumda.
Bu 24 ilin ortalama ruhsatlılık oranı yüzde 63. Yani illerin yüz ölçümlerinin yarısından fazlası maden ruhsatlarına bölünmüş durumda. Bu illerde bulunan ormanların ortalama yüzde 60’ı, tarım alanlarının ortalama yüzde 57’si, meraların ortalama yüzde 55’i, korunan alanların ortalama yüzde 57’si madenlere ruhsatlı. Bu sonuçlar; Türkiye’nin doğal, ekonomik ve kültürel olarak her türlü potansiyel ve değerinin, madencilik faaliyetlerinin inisiyatifine bırakıldığını gösteriyor.
Aslında yerkürenin ritmindeki değişim nedeniyle uzun süredir yalnızca Türkiye değil, genel olarak insanlık, üretim biçiminde de tüketim biçiminde de kaçınılmaz bir değişim dayatmasıyla karşı karşıya. İklim değişikliğinden çevre kirliliğine, temiz içme suyundan petrole ve madenlere, doğal kaynakların azalmasından hayvan ve bitki türlerinin azalışına dek bir dizi sorun insanlığın yerküreye hoyrat davranışının bir sonucuydu. Sanayi toplumunun ölçek ekonomisine ve standart üretimine ve daha, daha çok tüketim modeline dayanan bu yaşam biçiminin sürdürülebilmesi artık mümkün değil.
Ama bu değişimin hangi yöne doğru, hangi temel ilkelere yaslanarak ve hangi temel hedeflere doğru olması konusunda henüz küresel bir mutabakat yok. Hatta geleceğe dair bir hikâye ve bu hikayeden beslenen siyasi hareketler de yok.
Örneğin Rusya’nın Ukrayna’yı işgal hareketinden sonra gelişen tartışmalara bakın. Bir yandan Ukrayna meselesinin tetiklediği enerji krizine çözümü yeşil dönüşümü hızlandırmak tartışma ve arayışları, diğer yandan tüm risklerini bilerek enerji ihtiyacını karşılayabilmek için geleneksel, zararlı yöntemlere geri dönüş politikaları.
Uzun süredir Birleşmiş Milletler’in “sürdürülebilirlik hedeflerinden”, Avrupa Birliği’nin “Avrupa Yeşil Mutabakat Çağrısına” tüm dünyada insanlığın karşı karşıya olduğu büyük meseleyle baş etmeye dönük çalışmalar var. Tüm bu çabaların ve programların merkezinde bugünkü ekonomik yaşamı, modellerini ve zihniyetini sürdürülebilir bir gelecek için dönüştürme amacı yatıyor. Bu hedefle uyumlu olarak Avrupa Birliği, Avrupa ekonomisinin 2050’de iklim-nötr olması hedefiyle sera gazı emisyonlarının belirli bir program dahilinde azaltılmasını hedefliyor.
Yeşil Mutabakat Çağrısı kapsamında ekonomik büyümenin kaynak kullanımından ayrılması, hiç kimsenin ve hiçbir yerin bu politikadan ayrı tutulmaması, temiz-erişilebilir ve güvenli enerji, temiz-döngüsel ekonomi için sanayi gibi bir dizi hedef var.
Bu hedefler Türkiye için de geçerli. Dünyayı ve memleketi kendimiz için de insanlık için de daha iyi hale getirmek istiyorsak yerel, ulusal ve küresel ölçekte yeni stratejiler, yeni politikalar geliştirmek gerekiyor. Türkiye’nin ise hala bir stratejisi yok. Strateji olmadığı gibi aksine elindeki tarım alanlarını ve ormanları imara açmakla meşgul. Hatta yaşanacak en kritik seçimler yaklaşırken siyasetin gündeminde bu çalışma ve tartışmalar da yeterince yer almıyor ne yazık ki.
Bunun bir sebebi yurttaşların bu konularda siyaset üzerinde yeterince talep, baskı üretmiyor oluşu. O zaman soru, toplumun bu meselelerde ne kadar farkındalığının, bilgisinin, eylemlilik arzusunun olup olmadığı sorusu elbette.
KONDA son üç yıldır Avrupa İklim Vakfı, İklim Haber İnternet Sitesi ve Yuvam Dünya Derneği için periyodik araştırmalar gerçekleştiriyor. Bu araştırmaların bulguları çevre sorunları, iklim değişikliğinin sonuçları ve toplumun farkındalık seviyesi bakımından bir yandan toplumsal değişime diğer yandan da değişmeyenlere işaret ediyor.
Araştırmalar bir arada değerlendirildiğinde ilk dikkat çeken nokta, toplumda çevre konusunda bir duyarlılık olması, çevreye zarar verebilecek unsurlar karşısında tepki gösterilmesi, ancak buna rağmen duyarlılık gösterilen bu konuların “çevre sorunu” veya “çevre kirliliği” olduğunun bilinmemesidir.
Periyodik araştırmalar Türkiye toplumunun çevre ve iklim değişikliği sorunlarına karşı farkındalığının yükselme eğiliminde de olduğunu gösteriyor. Bu farkındalığı artıran unsurun kendi yaşadıkları, deneyimledikleri sorunlardan beslendiğini ama çevre ve iklim değişikliği hareketinden ya da bilimsel araştırmalardan beslenmenin yani sorunun kaynağı, nedenleri konusunda bilginin çok düşük olduğuna işaret ediyor. Toplum yaşananın ne olduğunu biliyor, kendi hayatına getirdiği sorunları biliyor ama nedenleri konusunda yeterince bilgi ve kanaat sahibi değil.
Çok da doğal bir sonuç bu. Bu coğrafya iklim değişikliği ya da iklim krizi, nasıl adlandırırsak adlandıralım, meselenin sonuçlarını en yoğun yaşayan coğrafyalardan birisi. Kuraklıktan erozyona, tarımsal üretimden enerji üretimine olumsuz sonuçlarıyla hemen her gün karşılaşıyor toplum
Toplumda iklim krizi konusunda hem farkındalık yükseliyor hem de endişe yoğunlaşıyor. Toplumun yüzde 66’sı iklim değişikliği ve üreteceği sonuçlar bakımından endişeli olduğunu söylüyor. Bulgularımız iklim değişikliğine dair toplumun genelinin hâlâ oldukça endişeli olduğunu ve bu değişikliğin gerek doğal bir süreç değil de insan faaliyetlerinin sonucu olduğu gerek Koronavirüs’ten daha büyük tahribata yol açacağı görüşlerinin yaygınlaştığını gösteriyor. Öte yandan da toplum bu konuda neyi, nasıl yapacağını da bilmiyor.
Karşımıza ilk bakışta tezat gibi görünen bu durum bir kez daha ortaya koyuyor. Toplumun neredeyse tamamı ekonomik kalkınma için ormanların kesilebileceği fikrine karşı çıkıyor. Çevre eylemleri akla hemen gelmese de karbon emisyonu, biyoçeşitlilik gibi terminolojiye hâkim olunmasa da, eylemlerin konu edindiği somut meseleler sorulduğunda, toplumda çevre konusunda kararlı bir tavır ortaya çıkıyor. Örneğin toplum, aynı ormanların kesilmesine karşı çıktığı gibi, madenlerin ekonomiye kazandırılması için çevre kirliliğine göz yumulamayacağını düşünüyor.
Öte yandan ülkenin uzun süredir ruhi ve zihni ambargosunun etkisinde olduğu iktidar yandaşlığı ve karşıtlığına dayanan kutuplaşmanın iklim değişikliğinin sonuçları konusunda da etkisini görüyoruz. Örneğin 2019 yaz aylarındaki İzmir orman yangınlarını toplumun yüzde 37’si hükümetin bilinçli olarak söndürmediğini düşünüyordu. Örneğin 2021 yaz aylarında orman yangınlarının nedeni olarak bir kesim terör faaliyetlerini (yüzde 36), diğer kesim de iktidarın yanan alanları imara açma arzusunu (yüzde 27) işaret ediyor.
Siyasi kutuplaşmanın toplumun farklı kesimlerinde hakikatle ilişkisini bozucu etkisi olduğunu biliyoruz. Nitekim parti yandaşlığı, haber kaynağı olarak tercih edilen TV kanalları gibi bazı pozisyonlanmaların meseleleri tanımlamakta da çözümler konusundaki değerlendirmeleri de etkiliyor. İklim değişikliğine karşı harekete geçme talebi artıyor. Çünkü reel hayatta karşılaşılan tehlike özellikle
Anadolu'daki somut etkileri bu talebi yükseltiyor. Ama net sıfır karbon emisyonu hedefi gibi somut ve teknik hedefler bilinmiyor. Aynı zamanda bu konudaki uluslararası hedefler, politikalar da bilinmiyor. Örneğin Paris İklim Anlaşması hakkında bilgisi olanlar yalnızca toplumun yüzde 25’i. Bulgular yaklaşan krizler konusunda yaşanan gündelik hayat ve meseleler üzerinden farkındalığın ve endişenin yükseldiğini ama öte yandan da ne yapılacağı konusunda hem bilgi eksikliğinin hem de siyasi pozisyonların ürettiği farklılaşmaların olduğunu teyit ediyor.
Toplum iklim değişikliğinin ürettiği meseleler karşısında kendini zayıf ve kırılgan görüyor. Toplumun kendi hayatı için en tedirgin olduğu olay olarak bir sağlık problemi yaşamak geliyor ve bunu susuzluk çekmek takip ediyor. Bunları ise olağan dışı hava olayları ve afetler takip ediyor ve gıdaya erişimde zorlanmak ve göç gibi iklim değişikliğinin gündelik hayata doğrudan etkileri takip ediyor.
Toplumun üçte ikisi iklim değişikliğinden dolayı meydana gelebilecek bir olay veya durumda başkalarına kıyasla daha fazla zorlanacağını belirtiyor ve kendini daha kırılgan hissediyor. İklim değişikliği, çevre kirliliği, doğal kaynakların azalıyor oluşu gibi yerküreye ilişkin tüm sorunların artık sürdürülemez hale geldiğini görüyoruz. Ne yazık ki yine biliyoruz ki Türkiye gıda, su, kısaca onurlu yaşam hakkının en temel ihtiyaçlarında bile bir krizle karşı karşıya.
Havaya, suya, toprağa bu denli hoyrat davranmaya devam edemeyiz. Yeni bir ekonomik modele ve temel stratejiye ihtiyacımız var. Yeni ekonomik sıçrama için yerküreyle, havayla, suyla, toprakla ilişkimizi uyum esaslı yeniden düzenleyen, iklim değişikliğini dikkate alarak yeşil ekonomiye geçişi esas olan yeni bir strateji için toplumsal, ekonomik ve siyasal uzlaşmalara ihtiyaç var.
Bulgular da bu büyük uzlaşma için toplumda farkındalığın ve sorumluluk alma arzusunun ne denli güçlü olduğuna işaret ediyor. Aslında iklim değişikliğini, çevre meselelerini kendine dert edinen hareketlerin, bilim insanlarının, siyasetçilerin yalnızca felakete dikkat çeken söylem ve politikalarından daha çok olması gerekene, geleceğin hikâyesine odaklanmasının zamanı geldi. Yoksa yine yaz ayları, yine orman yangınları ve seller, yine kim suçlu haberleriyle büyük felaketi beklemeye devam edeceğiz.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı