Diyarbakır Saraykapı’da toprak altından insan kemikleri çıkıyor hergün. Haberlere göre hem kar yağışı nedeniyle hem de işçilerin psikolojileri bozulduğu için kazıya ara verilmiş. Markar Esayan soruyor: “Acaba o cesetler kimin? Stres var. Kürtlerin mi? Kürtlerin ise hangi Kürtlerin? 1990’larda ölenlerin mi, 1980’lerde ölenlerin mi, 1920’lerde ölenlerin mi? Maazallah, 1915’te en büyük katliamın yapıldığı yer olduğuna göre, Diyarbakır, cesetler Ermenilerin çıkarsa ne yapacağız?” Bu doğru bir soru. Üstelik bu soruyu anlamlı kılan bir tarih bakışı ve anlayışı var bu ülkede. Hatta farklı tarihler var farklı siyasi duruşlara göre. Ölçünün, kriterin ne olduğuna göre değişiyor o farklı tarih bilgileri ve anlayışları. “Yaşanan tarih” var örneğin bir de “yazılı olan tarih” var. “Hatırlanan tarih” var bir de “hatırlanmak istemeyen tarih” var, bir başka kritere göre. “Siyasallaşan tarih” ve “siyasallaşmamış tarih” ayrımı da açıklayıcı bazı meselelerde. Bu farklılaşmaları çoğaltabiliriz. Bana göre en açıklayıcı olanlardan birisi ise farklı siyasi damarların başlangıç tarihi ve bitiş tarihi farklı olan tarih kabulleri. Siyaseten farklı tarihler Cumhuriyetçilere, ulusalcılara göre tarih 1919’dan başlıyor. Öncesi yaşananlar ise kötü, geri, o nedenle bizim tarihimiz olmayı hak etmiyor. Unutmak, unutturmak, yok saymak en iyisi. Bizim tarihimiz modernleşmenin, laikleşmenin tarihi! Dindarlara göre tarih bu topraklarda İslamiyet’le başlıyor. Arada, Cumhuriyet döneminde onlar kenarda, mağdur ve mazlumdular, tarihleri yalnızca inançları için uğradıkları eziyet ve zulümden ibaret, şimdi son yılların etkin aktörü olarak yeni tarihlerini yapmakla ve yazmakla meşguller. Türkçülerin, ülkücülerin tarihi biraz daha uzun geçmişten başlıyor. Orta Asya’dan Göktürklerden başlayıp bugüne gelen, 16 devlet kuran ama 15 devlet batırmayan (onları dış mihraklar ve dış dinamikler sona erdirdi çünkü) zaferler ve kahramanlıklar tarihi. Üç siyasallaştırılmış tarihin ortak paydası “devlet”. Devletin yanlarında olduğu veya devlete hakim oldukları sürece kendi tarihlerine de hakimler. Devlet ise üçüne de sahip. Üçünden de seçmece bir devlet tarihi üretmiş. Kendini yeniden üretmesine yaradığı sürece üç tarih yaklaşımından da işine gelen olayları, kişileri, ritüelleri, sembolleri almış dördüncü bir sentezlenmiş, yeniden kurgulanmış bir tarih üretmiş. Bir de Anadolu’nun kendi tarihi var hala tam sahibini bulamamış, Hititler, Truva, veya Bizans gibi. Ve hatta Selçuklular bile. Onlarla şimdilik turistik getirileri kadar ilgileniyor ve sahipleniyoruz. Gerçek nerede? Gerçek ise oralarda bir yerlerde hep var, değişmeden, değiştirilemeden. Kimi zaman toprak altından fışkıran kemiklerde, kimi zaman hala belleğini yitirmemiş bir Dersimli ananın feryadında, kimi zamanda ağıtlarda, masallarda, atasözlerinde, mektuplarda, fotoğraflarda. Ve elbette arşivlerde ama arşivler devletin kontrolünde olduğu için istenilen dönem, istenildiği kadarıyla ve istenilen tarihçilere açık henüz. Bu farklı tarih kabullerinin sorunu yalnızca belirli dönemleri sahiplenmeleri değil. Daha da önemlisi hepsinin ortak yanlışı “insansız bir tarih” algıları oluşu. Özne insan olmayınca da vicdan da ahlak da yok. Olaylara ve meselelere vicdani ve ahlaki ve de elbette bilimsel kodlar olmadan kendi pozisyonunuza uygun eksik bilgi, siyasi tavır ve tutumlar var. Tıpkı Dersim gibi. Dersim’de katledilenler Alevi oldukları için mi, Kürt oldukları için mi, mürteci oldukları için mi katledildiler sorusunun cevabı farklı siyasetlerin tarih bilgilerine ve kabullerine göre farklı. Başbakan’ın özrü de bu nedenle toplumsal ve siyasal kabul görmedi. Bu tuhaflık içinde Saraykapı’da kemikler çıkınca ne yapacağımızı bilemedik çoğunlukla. O kurbanlar kim, kimin tarafından oldukları bilinmeden pozisyon almak, tepki göstermek de olmazdı. Nitekim herhangi bir infial, kamuoyu tepkisi oluşmadı. Hatta BDP bile hala yeterince tepki göstermiş değil. Bu nedenle 27 Nisan, 28 Şubat, 12 Eylül’e takılıp kaldık, daha geriye gidemiyoruz. Ne tarih bilgilerimizin yanlış ve kurgulanmış olduğu ne de gerçeklikteki paylarımız, suç ortaklıklarımız ortaya çıksın istiyoruz. Doğrunun ve gerçekliğin peşinde olması gereken üniversitelerimiz ve medyamız da hem devletin suç ortağı olduğu için hem de siyasallaştırılmış bu farklı tarihlerin üreticisi ve çoğaltıcısı olduğu için daha epey bir zamana ihtiyaç var galiba gerçek tarihimizi öğrenmeye.