Teknolojik sıçramanın ürettiği en önemli sonuçlardan birisi kamera ve mikrofonun herkesin eline geçmiş olması. Önceleri kamera ve mikrofon devletin, iktidar erkinin, güçlü olanın, şirketlerin, markaların elindeydi.Devlet elindeki kamera, mikrofon ve tek hakimi olduğu mekanizmalar üzerinden kendi istediği bir tarih anlatıyordu. Eğitim sistemi üzerinden de devlete karşı ödevleri tanımlanmış ‘makbul yurttaşlar’ yetiştirmeye çalışıyordu.
Şirketler, markalar müşteri neyi, ne kadar bilsin istiyorlarsa o kadar anlatıyorlardı kendilerini, ürünlerini.Partiler ve siyaset de kendini nasıl anlatmak istiyorsa öyle anlatıyordu seçmene. İletişim denen şey tek taraflıydı. Bir anlatan, söyleyen vardı, diğer tarafta da dinleyen, etkilenen, olan olduktan sonra haberdar olan ve olanlar hakkında kanaat edinen milyonlarca insan vardı. Hatta o zamanlar iletişim de demiyorduk, halkla ilişkiler diyorduk.
Sonra teknolojik sıçrama sayesinde kamera ve mikrofon karşıdakilerin, herkesin eline geçti. Mobil cihazların fiyatları makul seviyelere gerileyince erişilebilirlik arttı. Kullanıcı dostu yazılımlar, uygulamalar, ekranlar sayesinde kullanılabilirlik arttı. Sonuçta bugün her 5 yetişkinin 4’ünün internete girebildiği, sosyal medya hesabı olduğu, gençlerin tümünün akıllı mobil cihaz sahibi olduğu bir noktaya geldik.
Kamera ve mikrofonun kitlelerin eline geçtiği durumda öncelikle bilgi, haber, deneyim anonimleşme imkânı buluyor. Ama yanı sıra yankı odaları, sosyal medya üzerinden algı manipülasyonları, kötünün örgütlenebilmesinin iyininkinden daha hızlı oluşu, sosyal medyada ‘iyi insanların’ ve ‘iyiliğin’ değil ‘kötü amaçlı insanların’ ve ‘kötülüğün’ daha örgütlü oluşu, güçlü ve kapasitesi yüksek olanın bireyleri manipüle edebilmesi, toplumların gerçeklikle ilişkisinin bozulması gibi bir dizi sorun da gelişti. Yine de dikkatinizi çekmek istediğim nokta şu: Bir şey almak istediğinizde o ürünün web sitesindeki açıklamalarına göre mi karar veriyorsunuz yoksa kullanıcı yorumlarına mı bakıyorsunuz?
Artık iletişim “karşılıklılık” içinde yürüyor. Siz bir ürün lansmanı yapıyorsunuz ya da yeni bir reklam videosu yayınlıyorsunuz, saniyeler içinde tepkileri, beğenileri, itirazları görebiliyor, kendi uyumlanma politikalarınız çerçevesinde düzeltmeler yapabiliyorsunuz.
Teknoloji kullanımındaki erişilebilirliğin ve kullanılabilirliğin artmasıyla gelinen noktada artık herkes haber ve bilgi kaynağı. Aynı zamanda haber, bilgi ve deneyim paylaşımı zaman, mekan ve düzenden kurtuluyor. Daha da önemlisi yalnızca iletişim değil yapabilecekleriniz, yapmanız gerekenler de muhataplarınızla beraber ve karşılıklı bir iletişim ilişkisi üzerinden yürüyor.
Artık çocukların, gençlerin öğrendikleri devletin tercih ve belirlediği sınırlar içinde gelişmiyor. Doğal olarak bu değişim yalnızca iş veya eğitim dünyasını değil, siyasetin kampanya, propaganda, miting gibi tüm siyaset tarzlarını da etkiliyor. Artık seçmenin de öğrendiği, bildiği partilerin anlattıkları ve yalnızca kendi bireysel deneyimi üzerinden değil.
Geçen hafta Ali Yaycıoğlu yazısında “2023 seçimlerinin Türkiye için kader anı olduğu açık. Seçim sonuçlarına göre Türkiye’nin gireceği yol ülkenin uzun seneler istikametini belirleyecek. Madem 2023’te bir kader seçimi yaşayacağız; o zaman propaganda yöntemi de diğerlerinden farklı olmalı” diyor ve muhalefete 2023 seçim kampanyasını bir ‘Büyük Türkiye Semineri’ne çevirmesini öneriyordu.Teknolojik sıçramanın iletişimin yöntemini ve ruhunu değiştirmesine vurgu yapma nedenim de Yaycıoğlu’nun bu önerisine katılıyor olmam.
Türkiye bu seçimle yalnızca yönetecekleri seçmeyecek, bir medeniyet ve yaşam biçimine de karar verecek. Artık sürdürülemez hale gelmiş kadim problemlerimizin nasıl çözüleceğini, ülkenin dünyanın yaşadığı yeniden bölüşüm kavgasından en az hasarla nasıl çıkacağını söyleyecek bir anlamda. Asıl önemlisi de bu savrulmayı, yıkımı, keyfiliği, hukuksuzluğu, merkeziyetçiliği, hesap vermezliği oylayacak seçmen. Bir bakıma seçimden sonra oluşacak iktidar kadroları hemen her kurum ve kuralı yeniden biçimlemek, inşa etmek zorunda kalacak. Özünde yaşanan yıkımı, omurgası kırılmış devlet mekanizmalarını yeniden inşa edecek.
Ama bu inşa süreci için başlangıçta çözmemiz gereken bir anahtar sorun var. Büyük toplumsal uzlaşmayı üretemezsek, böyle bir yeniden inşa sürecinin başarıya ulaşamayacağını baştan bilmemiz gerek. Yeniden inşa sürecine ülkenin tüm kültürel ve ekonomik kümelerinin dahil olmalarına imkân verilmezse bir kez daha başa döneceğiz.
Laiklik, hukukun üstünlüğü, Kürt meselesi gibi ülkenin temel tüm sorunların altında kültürel kümelerin kalkınma ve toplumsal dönüşüm süreçlerine kendi kimlikleriyle katılamamaları yatıyor. Bir bakıma, Cumhuriyet’in kalkınma ve toplumsal dönüşüm süreçlerini devletin öncülüğünde ve devletin istediği biçimde, dozda yürütmesi ve kültürel kümelerin kendi kimlikleriyle, ihtiyaç ve talepleriyle bu süreçlere dahil olamamalarının ürettiği sorunlar yaşadıklarımız.
Devletin makbul vatandaş tanımı, makbul olmayanlar tanımı ve politikaları nedeniyle her zaman toplumun bir kesimi kendilerini mağdur hissettiler. Bugün de AK Parti iktidarının makbulleri var, yine kendini dışlanmış ya da tehdit altında hisseden kesimler var.
O nedenle bugün yeniyi inşa ederken başlangıç noktasında iki ön kabule ihtiyaç var. Birincisi cumhuriyetin başta laiklik olmak üzere kazanımlarına sahip çıkmak. Öte yandan eksiklikleri de görerek, tüm kültürel kimliklerin dahil olduğu büyük toplumsal uzlaşmayı sağlayarak, cumhuriyeti demokratikleştirerek yeniyi inşa etmek.
Toplumdaki parçalanmış ‘biz’ duygusunu, ‘ortak geleceğe inancı’ yükseltmeyi ancak herkesin dahil olabildiği, kendini var hissedebildiği süreçlerle başarabiliriz. Bunun yolu da siyasetten geçiyor.Toplumun her bir kültürel kümesinin diğerinin varlığına saygıyı öğrenmesi, ötekileştirmenin, ayrımcılığın, makbul ve makbul olmayan zihniyetin son bulması gerekiyor. Büyük toplumsal uzlaşma olmadan üç Türkiye’nin ‘bir’ olması, ‘bir arada ve iç içe’ yaşaması mümkün değil. Bunu sağlayabilmenin yolu her kesimin siyaset marifetiyle, kendi hakları, ihtiyaçları, talepleri için ‘yeniyi inşa sürecine’ dahil olabilmeleri.
Türkiye’nin kadim meseleleri yanı sıra bir yandan iktidarın bozduğu tüm yönetsel ve hukuki mekanizmalar, diğer yandan toplumsal değişim nedeniyle yeni bir hikâyeye ihtiyaç var. Üstelik hem çağ değişimini bizatihi yaşayan bir ülke ve toplum olduğumuz için hem de küresel ölçekteki yeni bölüşüm kavgalarının ve yeni denge arayışlarının öznesi ve sahnesi olduğumuz için bu hikâyenin aynı zamanda evrensel de olması gerek.
Toplumsal uzlaşının yanı sıra bir de devletle toplumun uzlaşmasına ihtiyaç var. Bunun için devleti, yönetim mekanizmalarını, hukuku ve yargıyı yeniden inşa etmeliyiz. Kapsayıcılık, katılımcılık, şeffaflık gibi temel ilkeler bir yana yeniyi hangi temel ilkeyi esas kabul ederek inşa edeceğiz? Bu ilkenin aynı zamanda yeni çağın da evrensel ölçekteki ilkesi olacağını, olması gerektiğini bilerek tartışmamız lazım. Elbette bu tartışmanın ön koşulu, güncelin siyasi gerilim ve kutuplaşmalarının ürettiği zihni esaretten ve şehvetten kurtularak konuşabilmek, tartışabilmek.
Başlangıç noktamızın toplumun ihtiyaç ve taleplerinden yola çıkmak olacağı açık. Seçim süreci bu başlangıcı sağlayabilir, eğer böyle düşünülebilir, kurgulanabilir ve yürütülebilirse. Altılı Masa bir araya geldiklerini ilan ettikleri 12 Şubat 2021 deklarasyonunda söylediklerinde samimi ve kararlıysa bunu sağlayabilir. Demişlerdi ki o deklarasyonda, “Türkiye’nin istişare ve uzlaşı ile çözülemeyecek hiçbir sorunu yoktur. Önemli olan, tüm farklılıklarımızla beraber ‘biz’ düşüncesini, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği normları çerçevesinde temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, herkesin kendini eşit ve özgür vatandaş olarak gördüğü, düşüncelerini özgürce ifade edebildiği, inandığı gibi yaşayabildiği demokratik bir Türkiye’yi inşa etmektir.”
Muhalefet seçim sürecini bu amaca uygun tasarlayabilir. Kendi bildiklerini söylemeye ve iktidardan şikâyetlerine odaklanan propaganda, kampanya, mitingler yerine yurttaşı “dinlemeyi” esas aldıkları bir seçim süreci toplumsal uzlaşmanın başlangıç adımları olabilir. Toplum ekonomik buhranın ürettiği geçim derdi ile kadim meselelerinin tekrar tekrar yaşanıyor oluşundan beslenen bıkkınlık ve karamsarlık içinde. Çilekeş bir dönemden geçiyoruz. Herkes, toplumun tüm kesimleri umut yorgunluğu, tedirginlik, karamsarlık içinde. Bu duygu hali toplumun ikircikli tutum ve davranışlarını besliyor.
‘Bu kez farklı olacak’ duygusunu yaratmak zorundayız. Bir kez daha hukukun üstünlüğüne inancın kalmadığı, geleceğe ve ortak yaşama güvenin olmadığı bir süreç toplumsal beka için en büyük tehlike olacaktır.
Muhalefetin sözü ele geçirmesi gerekiyor. Ama söz yalnızca şikâyet ve itiraza dayalı olamaz, seçmenin yaşadıklarına alt yazı koyarak da olmaz. Ya da yalnızca sosyal medyada beğeni sayılarını yükselterek de iktidarın çizdiği zihni sınırlar içinde kalarak da sağlanamaz.
Yeni bir yönteme, yeni bir söze ihtiyaç var. Bunun yolu da kamera ve mikrofonun artık kendi tekelinde olmadığını bilerek, kulağını, gözünü herkese çevirmek olabilir. Kısaca belki de aranan sihir muhalefetin artık konuşmasında değil dinlemesindedir.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı