Eminim, “Kürt açılımı”, “demokratik açılım”, “kardeşlik projesi” adı her ne ise, tartışma sürecinin geldiği noktada önceki gün TBMM’de yaşanan tartışmaları hepiniz izledi ya da bu gün yüzlerce yorum okuyor, dinliyorsunuz.
Gördüklerim ve okuduklarım, kusura bakmayın ama ne kadar sürrealist bir ülkede yaşadığımızı, ne kadar sürrealist günlerden geçtiğimizi anımsattı bana. İtiraf ediyorum çok ama çok içim acıyarak izliyorum olan biteni.
TBMM görüşmelerini izledikten sonra, 1998 yılı Nobel Edebiyat Ödülü' sahibi Portekizli yazar Jose Saramago'nun son yıllarda yazdığı en etkileyici kitap olan Körlük romanını aldım elime. İlk okuduğumda da çok etkilenmiş, çok satırın altını çizmiştim.
Kitabın tanıtım metinlerinden özetiyle, Körlük romanı, araba kullanmakta olan bir adamın, yeşil ışığın yanmasını beklerken ansızın körleşmesiyle başlar. Adamın körlüğü, başvurduğu doktora da bulaşır. Bu körlük, bir salgın hastalık gibi bütün kente yayılır; öldürücü olmasa da tüm ahlaki değerleri yok etmeyi başarır. Toplum, görmeyen gözlerle cinayetlere, tecavüzlere tanık olur. Ayakta kalabilenler, ancak güçlü olanlardır. Koca kentte körlükten kurtulan tek kişi, göz doktorunun karısıdır.
Yazarın anlattığı ya da zaten var olan ama görmek için kafaların kumdan çıkmasının gerektiği bir çürüyüşün öyküsüdür Körlük romanı. Salgın hastalık metaforuyla düzenin işleyişini eleştiren roman, insani değerlerin tümüyle kaybolduğu durumu sembolik karakterler aracılığıyla anlatan bir felsefi bulmaca biçiminde sürer.
“Güneş her biri için aynı saatte doğmadığından – bu çoğunlukla her birinin işitme duyusunun keskinliğine bağlıydı – kimi erken kimi geç uyandılar.” (romandan)
Erken veya geç uyanmak sorunun var olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Görseniz de görmeseniz de adını doğru koysanız da koymasanız da sorun orada duruyor, yaşanıyor. 11 Milyon yurttaşımızın çok ama çok önemli bir kısmı “derdim var” diyor. Siz bu derdi ister ölümler üzerinden ister öldürenler ister öldürülenler üzerinden konuşmaya devam edin ama tüm kan ve gözyaşının ötesindeki reel sorunları görmezden gelmeyi sürdürecek miyiz? Hangi süslü siyasi cümleler kurarsak kuralım, örneğin Batman’da her dört haneden üçünün ancak yardım alarak yaşadığı gerçeğini değiştirebilecek miyiz?
“Körleri yöneteceğini ileri süren körlerden oluşmuş bir hükümet, yani hiçliği düzenlemek isteyen bir hiçlik.” (romandan)
Ülkeyi yönetecek siyasetin seviyesi bu mu olmalıdır? Yalnızca inatlaşmalara kurban edilen görüşme tarihinden başlayarak, yönetmeyi tartışmaları gerekenlerin sivil toplum eylemcileri tarzındaki siyaset tarzı ve eylemleriyle nereye kadar gidebileceğiz? İçeriğin, diyalogun, müzakerenin, ikna etmenin, ikna olmanın, uzlaşmanın esas olması gereken meclisin, siyasi taraftarlara kameralar, ekranlar üzerinden gösteri düzenlenen sahneye dönüşmesi midir siyaset? Tüm bu yaşananların hiçlik ve hiçliği yönetmek olduğunu kim anlayacak, kim anlatacak? Ama örneğin Batman’da neredeyse yarısının işsiz ve hiçbir eğitimi olmayan hane reislerinin yaşadıkları hiç de hiçlik sayılamaz.
“Kendi kanı, bir biçimde ona yabancı ama ona ait olan, kendinde kendine karşı bir tehdit oluşturan ağdalı bir sıvıya dönüşmüştü.” (romandan)
Yaşanan acıları tutsak olarak, gözlerimizi kulaklarımızı dışarıya değil yalnızca içeriye çevirerek, kendi sesimizin şehvetine kapılmaya devam ederek, bu düzen, bu sorun daha ne kadar yaşanmaya devam edebilir?
Eğer bu siyasi yapı bu hal ve tarzıyla devam edecekse, Metin Altıok’un dizeleriyle, “bir yarım umuttur elimizde kalan, göğüslemek için karanlık yarınları” demekten başka elde ne kaldı ki.
Son bir soru daha: Dünkü yaşananların, söylenenlerin seviyesini daha sert kelimelerle eleştirmek mi, yoksa dün gerçekte yaşananlar mı parlamentonun saygınlığına gölge düşürür? Yazanlar mı, dünkü ekranlarda gördüğümüz aktörler mi sayın savcılarca kovuşturulurdu sizce?