Bazen durmak, soluklanmak, kendini dinlemek iyi gelir insana. Doğayı gözlemek, uzun zamandır kentlerin ışık kirliliğinden varlıklarını unuttuğumuz yıldızlara bakmak. Yıldızları, çiçeği, böceği yeniden keşfetmek. Böylesi dinginlik, durgunluk anlarında kendimizi dinlemek kadar, doğayı ve hayatı da dinlemek. Müthiş bir mehtapta uzak köylerin ışıklarına bakarken Aynur’un sesiyle kendinden geçmek... Tam bu duygu halindeyken Aynur’un İstanbul Caz Festivali kapsamındaki gösteride yuhalandığını öğrendim internetten. Caz sever oldukları varsayılanlar aynı zamanda ülkenin sosyo-ekonomik olarak gelişmişleri oldukları da varsayılanlardır aynı zamanda. Sosyo-ekonomik statü seviyesi yüksekler denince ima edilen bizim akvaryumun endişeli modernleri de. Endişelerimiz irtica, şeriat veya başka bir dille söylersek hayat tarzı ve özgürlüklerimizi kaybetmekten korkuyoruz. Ama tüm araştırmalarımız gösteriyor ki, aynı bizler manevi şiddet dilini Aynur’a da gösterenler gibi oldukça mahiriz. Her şeyi biliriz, hep haklıyız Ülkenin eğitimlileri olarak kendimizi her şeyi bilen sayıp, hep haklı görüyoruz. Edep ve ahlaki normlarımızı, çıtalarımızı, referanslarımızı da kırdık, dağıttık artık. Normal olandan, ahlaki olandan, topluma uygun olandan, toplumsal standartlardan da özgürlükleştirdik benliklerimizi. Düşüncelerimizi de, davranış biçimimizi de, konuşma üslubumuzu da, talep ettiklerimizi de... Meraklarımızı öldürdük. Anlamaktan, anlamaya çalışmaktan korkar olduk. Çünkü çaresiziz! Bildiklerimiz olan biteni anlamaya yetmiyor. Bunun sonucu olarak da bilmezliğimizi, anlamazlığımızı gizlemek için gösterdiğimiz haşinlik, sertlik, hoyratlık. Mezarlıktan geçerken korkudan bağırarak şarkı söyleyen çocuklar gibiyiz. Etrafımızda, hayatta, toplumda her şeyi kuşatan, kapsayan değişimi hissediyoruz aslında. Hatta biliyoruz da çoğu zaman ne olup bittiğini. Değişimi inkar edemiyoruz ama değişimden de korkuyoruz. Bu da duygusal ve siyasal olarak önce tedirginliklerimizi artırıyor, endişelerimizi besliyor. Giderek o endişeler, korkulara ve paranoyalara dönüşüyor. Hukuka ve adalete en yüksek oranda inanmayan bizleriz. İşlerimizde kurumsal yarar için bu inançsızlıkla en profesyonel kaçamak yollarını arayıp, buluyoruz. Öte yandan da bireysel hayatlarımızda en büyük hukuk dışılıklarımız trafik suçlarından, aşırı hızlı veya alkollü araba kullanmaktan ibaret. Hukuka inanmıyor ama risk almaktan ölesiye korkuyoruz Bireysel hayatlarımız için hazine arazisi işgal edemiyoruz, çünkü oraya yapacağımız yatırımı risk edemiyoruz. Kaçak katlar da inşa edemiyoruz kendimiz için. Bunları yapanların on yıllar sonraki kazançlarını gördükçe öfkeleniyor, isyan ediyoruz. Sisteme, hukuka değil diğerlerine düşmanlık üretiyoruz giderek. Onları asalaklar, kara cahilliğin cesaretine sahip sürüler, siyasi rüşvetle oy verenler olarak görüyoruz. Onların bizden çok olduklarına, sürüler halinde mahallemizi, şehrimizi, hayatımızı işgal ettiklerini düşünüyoruz. Mağlubiyeti kendi bireysel hayatımız için değil ama toplumsal hayatımız adına kabullendik. Çünkü onlar çoktular, cesurdular, hukuk tanımıyorlardı, uğruna kavga verdikleri tanrıları vardı ve kandırılmışlardı üstelik. Tanrıya, İslam’a, Cumhuriyetten rövanşa inandırılmışlar, bu davaya adanmışlardı. Oysa bizim uğruna hayatımızı adayacağımız, mücadele edeceğimiz bir ütopyamız bile kalmamıştı. Giderek örgütlü mücadeleden umudu kestik. Tüm olanları birilerinin komplosu olarak gördüğümüz için de örgütlü mücadeleden umudu kesip, sıra dışı bir liderin çıkmasını bekler hale geldik. Kim ya da kimler olduğunu, ne zaman geleceklerini, nasıl ve ne yapacaklarını bilmediğimiz birilerinin bizi kurtarmasını bekler hale geldik. Giderek korkularımız o kadar baskın çıktı ki, geçmişteki işkencecilerimizin bugünün kurtarıcıları olabileceğine bile inandık. Çünkü rahatsız olduklarımızla, korktuklarımızla nasıl mücadele edebileceğimizi bilmiyoruz, yol bulamıyoruz. Kızdıklarımız kadar, hatta en az onlar kadar kadere teslim olduk. İçten içe kabullenilmiş çaresizlik Kendi işlerimizde kullandığımız profesyonel ve batılı argümanlar, modeller, politikalar, yöntemlere o kadar bağlıyız ve inançlıyız ki toplumu da reklamlarımızla, promosyonlarımızla etkileyebildiğimiz, algısını ve beklentilerini yönetebildiğimiz tüketicilerden ibaret sanıyoruz. Biz beceremediğimize göre ötekiler onları daha kalitesiz malla, daha farklı promosyonlarla kandırdığına hükmediyoruz. Entelektüel kapasitemizle, yönetme ve yaratma becerilerimizle değişimin ta göbeğinde olmamız gerekirken, değişenin yalnızca yönettiğimiz işler ve kurumlardan ibaret sanıp, sektörümüzle ve bizim hayatımızla sınırlı olmasını umuyoruz, istiyoruz. Toplumsal değişimin öncülüğünden vazgeçeli çok oldu. Duygusal enerjimizi korkuya ve nefrete kaynak yapıyoruz. Bu da bizi toplumsal değişimin içinde olmaya değil dışında kalmaya ve ondan da korkmaya götürüyor. Eğitim sistemiyle beynimize işlenmiş iç düşmanların, Kürtlerin, muhafazakârların değişimin dinamiği olmalarını kabullenemiyoruz. Ah bir kabullenebilsek, korkunun ecele faydası yok. Ya değişimin içinde olacağız ya da hayatın dışında!