Bu hafta 12 Eylül Darbesi'ni hatırladık yine. 12 Eylül üzerine çok şey yazıldı, söylendi. Ben kim ne yaptı, neden yaptı kısmından çok toplumsal zihin haritasında ürettiği sonuçlarla meşgulüm daha çok.12 Eylül dönemi oldukça büyük bir kıyım ve buna bağlı olarak toplumsal bellekte ve zihin haritasında hâlâ etkileri hissedilen bir kırılma yarattı.
12 Eylül döneminde 1 milyon 683 bin kişi fişlendi, 230 bin kişi yargılandı, 7 bin kişi için bu davalarda idam istendi, 517 kişiye idam cezası verildi, 50’si idam edildi, 300 kişi kuşkulu biçimde öldü, 171 kişi işkencede öldü, 299 kişi cezaevlerinde öldü, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı, 98 bin 404 kişi örgüt üyesi olmakla suçlandı ve 23 bin 677 derneğin faaliyeti durduruldu. Ve siyasal partiler kapatıldı, evrak ve arşivleri yok edildi, önde gelen yöneticileri tutuklandı ve siyaset yasağı getirildi. Her türlü siyasal eylem yasaklandı.
12 Eylül’le hesaplaşmak meselesi ayrı ama 12 Eylül’ün mimarları, generalleri, erk sahipleri siyaseti, partileri, sendikaları ve her türlü örgütlenmeyi hem yasal hem zihni öyle bir suçlama, kötüleme, kısıtlama politikaları geliştirdiler, şeytanlaştırma dili kurdular ki adeta toplumun beyni yıkandı.
Sonuç olarak ve hâlâ bugün de “örgüt” kelimesinin bu denli olumsuz tını ve anlam içerdiği bir başka dil yok sanırım yeryüzünde. Bu denli büyük kıyım ve zihni tahribat nedeniyledir ki bugün bile anne babalar işe giren çocuklarına sendika üyeliğinden uzak durmalarını tembihliyorlar. Çünkü sendikalaşmanın kazanımından çok çocuğunun işini kaybedeceğinden kaygılanıyorlar. Hâlâ hiçbir anne baba üniversiteye giren evladına öğrenci derneğine katılımını teşvik etmiyor.
Bugün toplumda örgütlülüğün son derece düşük olduğunu biliyoruz. O nedenle gündelik hayatın içinde ihtiyaç ve talepler için siyaset üzerinde baskı üretme çabaları yetersiz kalıyor. Siyasetle ilişki örgütlülük üzerinden değil bireysellik üzerinden yürüyor.
Türkiye’de siyasi parti üyesi olanlar yüzde 10, gönüllü olarak parti faaliyetlerine katılanlar da yüzde 3, yani yüzde 13 oranındaki insan partilerle doğrudan örgütlü veya gönüllü ilişki içinde. Buna karşılık sivil toplum üyesi ya da gönüllüsü olanlar meslek odaları gibi zorunlu üyelikler de dahil toplam yüzde 10 oranında. Üyeler yüzde 7, gönüllüler de yüzde 3. Bu oranlar bile kendi başına ilginç bir noktaya işaret ediyor ki Batı ülkelerinde sivil toplum üyeliği parti üyeliğinden kat kat fazla iken bizde parti üyeliği oranı daha yüksek.Örgütlülük ve eylemlilik eksikliğine bakılarak toplumda demokrasi talebi yokmuş sanılıyor. Demokratik haklar, özgürlükler için örgütlü mücadelenin eksikliği ve güçsüzlüğü siyaset üzerinde yeterince güçlü baskı üretemiyor.
Toplum özgürlükleri önemsemediği, demokrasi talebi olamadığı için değil bu konularda eylemlilikten uzak durduğu için ses çıkarmıyor. Elbette demokrasi kurumlar ve kurallar üzerinden işliyor. Fakat vatandaşın demokrasi algısı ve oluşturduğu siyasal kültür de demokrasinin en önemli unsurlarından birisi.
Sorunların birçok nedeni var. Birincisi yaşanmışlıklar, toplumsal bellekte birikenler nedeniyle toplum örgütlülükten uzak duruyor. Çünkü bu topraklarda tarih boyunca her hak mücadelesi kıyıma uğramış.Bugün de toplumsal bellekte herhangi bir “örgütten” uzak durmak normal kabul ediliyor. Örgütlenme sayıları da bunu gösteriyor zaten.
Toplum örgütlü iş yapmayı ve hele muhalefet etmeyi bilmiyor. Bireysel sorunlarını şu veya bu biçimde yasal veya yasa dışı, ahlaki ya da gayriahlaki yoldan bir biçimde çözüyor. Fakat ortak sorunlara sıra geldiğinde sorun başlıyor. Bu topraklarda dayanışma ve hayırseverlik için örgütlenme icatları var. Örneğin “vakıf”, “Ahilik” gibi örgütlenme modelleri bu toprakların insanlığa armağanı. Fakat siyasi mücadele için örgütlenme oldum bittim bu toprakların devletin, muktedirlerinin korktuğu, yasakladığı, yok ettiği bir iş yapış tarzı. Bu nedenle yeterince toplumsal tecrübe de yok, devletin gazabından uzak durabilmek için toplumsal örgütlenme niyetliliği de yok ya da eksik, yetersiz.
Yine 12 Eylül Darbesi Anayasası ve yasaları siyasi alanı oldukça tek tip, kısıtlı ve devletin denetimi esaslı bir alan olarak tanımladı. Siyasi partiler yasasından dernekler ve vakıflar yasalarına, toplantı ve gösteri yürüyüşleri yasasından polis hak ve salahiyetleri yasasına tüm kurallar siyasi alanı, örgütlenmeyi, eylemliliği kısıtlamak ve denetlemek amaçlı kurgulandı. Avrupa Birliği üyelik sürecinde kısmi iyileştirmeler yapılmış gibi görünse de bazıları eski haline döndürüldü. Daha önemlisi bu iktidar siyasi alanı daraltmayı esas alarak tüm güncel pratikleri kısıtlama, yasaklama, şiddetle bastırma politikalarında 12 Eylül dönemi uygulamalarına geri döndü.
İsveç’in Stockholm kentinde bulunan ve insan hakları sivil ve siyasi haklara odaklanarak çalışan uluslararası bir sivil toplum kuruluşu olan Civil Rights Defenders adına KONDA’nın gerçekleştirdiği İnsan Hakları Algısı araştırması bulgularına göre (Eylül 2021) “Hayatınızın herhangi bir döneminde ayrımcılığa veya baskıya uğradığınızı hissettiyseniz bu olay nerede/nerelerde gerçekleşmişti” sorusuna toplum yüzde 15 oranında sokakta, yüzde 10 oranında işyerinde, yüzde 9 okulda, yüzde 8 karakol, adliye gibi kamu kurumlarında, yüzde 8 ev içinde ayrımcılık ve baskı hissettiğini söylemiş. Hayatının herhangi bir yerinde ve herhangi bir konuda baskı ve haklarında ihlale uğradığını söyleyenler yüzde 38. Neredeyse her 10 kişiden 4’ü hak ihlali ya da ayrımcılık, baskı yaşamış ama örgütlülük oranı hâlâ düşük. Haklarını korumak, mağduriyetini gidermek için mücadele azmi ve gayreti düşük.
Toplum değişim, demokrasi gibi meselelerde devlete, hükümetlere ve siyasete bakıyor. Aynı araştırmada “İnsan haklarınızı temin etme ve koruma görevi esasen kimin, hangi kurumun ana sorumluluğudur” sorusuna hükümetin diyenler yüzde 32, devlet kurumlarının diyenler yüzde 28, Meclis’in diyenler yüzde 20, mahkemelerin diyenler yüzde 13.
Toplumsal bellekte örgütlenerek hak mücadelesi vermek konusunda başarı hikayelerinden çok kıyım hikâyeleri var. O nedenle daha çok kendi çabasına odaklanmak yerine devletin, iktidarın, güç sahiplerinin ne yapacaklarına bakıyor daha çok. Bu da kadim güçlü devlet algısını daha da güçlendiriyor. Toplumsal bellek makbul vatandaşı, makbul sermayeyi, makbul değişim ve dönüşüm hamlelerini devletin belirlediği deneyimlerle yüklü. Sorun şu ki devlet de kendi bekasını toplumsal bekanın önüne koyuyor ve toplum da bunu biliyor.
Değişime siyasetin öncülük etmesini bekliyor ama siyasi kültüre bakarak da siyasi aktörlere güvensiz davranıyor. Örneğin siyasi partilere güvenenler yalnızca yüzde 17, medyaya güvenenler yüzde 16. Buna bağlı olarak da “Siyasi taleplerinizi dile getirmek için hangisini tercih edersiniz?” sorusuna toplumun yarısından çoğu (yüzde 53) “Siyasete etki yapabileceğimi düşünmüyorum” yanıtı vermeyi tercih ediyor.
Toplumun yarısından fazlasının siyasete etkisi olmayacağı fikrine sahip olması, onları siyasi zeminde aktif olmaktan uzak tutuyor. Hem de taleplerini oluşturmak, bir araya getirmek ve ifade etmek konusunda ikircikli davranışı tetikliyor. Tarihsel olayların da yığıldığı toplumsal bellek siyasete etkisi olamayacağı fikrini de örgütlenmeye karşı temkinli duruşu da gerekçe oluyor.
Tüm veriler birey olmak konusunda gayretli, ülkedeki genel nizamın nasıl olması gerektiği hakkında kabaca dörtte üçü daha özgürlükçü ve çoğulcu düşünen toplumun var olan somut koşulların da farkında olduğunu gösteriyor. Bu da birey olmak konusunda arzulu ve gayretli olan toplumun yurttaş olmak konusunda arzulu ama gayrete gelmek, örgütlenmek, mücadele etmek konusunda ikircikli davranması sonucunu getiriyor.
Toplumsal zihin haritasında örgütlülüğün ve eylemliliğin önündeki bir başka zihni eşik siyasete dair güvensizlik algısı. Toplum uzun yıllardır siyasi kültürün etkisi, deneyimleri ve kutuplaşmaya dönüşmüş toplumsal ve siyasal fay hatları nedeniyle siyasete karşı derin bir güven bunalımı yaşıyor. Bu güven bunalımı da tutum ve davranışlardaki ikircikliliği besliyor. Bu güven bunalımının birden çok boyutu, tarafı ve unsuru var.
Toplumun yüzde 78’i var olan kural ve kanunların her türlü alanı kapsaması gerektiğine inanırken yalnızca yüzde 18’i olan kural ve kanunların böyle olduğunu düşünüyor. Bir başka yine çok önemli güven ya da güvensizlik göstergesi siyasi aktörlere olan güven seviyesi. Ne yazık ki, yine toplumun yarısı ülkenin temel sorunlarının siyasetçiler tarafından çözülemeyeceğini düşünüyor. Ülkenin geleceği olan gençler açısından bakarsak geleceğe olan güven neredeyse yok derecesinde.
Bu kadar çok güvensizlik belirtisini alt alta sıraladığımızda, ortaya çıkan sonuç ortak geleceğe dair umudun eksilmesi oluyor. Bu da bireylerin yurttaş olma arzu ve gayretlerini engelliyor. Bu güven azalması herhangi bir etnik köken, dini inanç, cinsiyet, yaş, siyasi tercih gibi hiçbir kimlik farklılığına da bağlı değil üstelik. Herkes güvensizliğini benzer biçimde yaşıyor. Bu güvensizlik de örgütlülüğü ve siyasete dahil olma, müdahil olma arzu ve gayretinin önünde bir zihni eşik oluşturuyor.
Bu durumu siyasi kültür de besliyor. Üstelik hâlâ var olan siyasi aktörlerin siyasete bakışları, siyaset tarzları ve sivil toplum gibi tanımları da eksikli ve sorunlu. Son yüzyılda bu topraklarda yaşananların, kazanımların da kayıpların da ürettiği zihni yükler, duygusal birikimler ve travmalar siyasi aktörlerde de akılları bağlıyor, siyasi tutumları da. Her bir siyasi aktörün kimliğine, ideolojisine, siyasetine ve tutumlarına sinmiş o yükler bizi sürekli geçmişte tutuyor, geleceğe doğru kararlı yürüyüşe izin vermiyor. Siyasi aktörler kadim meselelerin ürettiği ezberlerden, markalaşmış sorunlardaki pozisyonlarından değişiklik üretemiyorlar. Üretemedikçe de toplumun değişen arzularını gayrete, ihtiyaç ve talepleri için örgütlü mücadele etme azmini yükseltecek ortam oluşmuyor.
Halbuki ülke çok kritik bir kavşakta. Siyasal sorunlar kadar ekonomik ve toplumsal sorunlar, iç sorunlar kadar küresel sorunların ürettiği risk ve fırsatlarla karşı karşıyayız. Geldiğimiz noktada sorunları önceliklendirmek mümkün değil. Her bir sorun aynı zamanda karşılıklı olarak diğer sorunları da etkiliyor, çoğaltıyor. O nedenle bütünleşik çözümlere ihtiyaç var. Seçimi yalnızca cumhurbaşkanlığına seçilecek isim meselesine sıkıştırmak da vatandaşı bireysel vaatlere bağlamak da yalnızca gidişata itirazdan beslenen bir siyaset de doğru, yeterli değil.
Öte yandan örgütlü siyaset için yeni fırsat alanları da var. Yukarıda toplumsal zihin haritasındaki olumsuzlukları sıralamış olsam da aynı zamanda bu zihin haritasında değişimler var. Birinci dikkate değer değişim, iklim değişikliği ve çevre sorunları, toplumsal cinsiyet eşitliği sorunları ve tüketici hakları gibi üç konuda toplumun örgütlü mücadele arzu ve gayretinde kayda değer bir yükselme var.
Bu üç konunun da hem bireysel hayatı sürdürebilme, hayatta kalabilme mücadelesine değen yanları hem de kimlikleri, kutuplaşmaları aşan konular oluşları bir fırsat alanı açıyor. Aynı zamanda bu üç alandaki mücadelenin karşı gücünün kıyıcı gücü olan devlet yerine şirketler olması başarı hikâyeleri üretiyor, bu da örgütlenme arzu ve gayretine enerji sağlıyor.
Bir diğer olumlu değişim kuşak farkının, teknolojik sıçramanın, yeni örgütlenme ve iş yapış biçimlerindeki değişimin tetiklediği dip dalga. Yeni kuşaklar ayrı bir yazı konusu olacak nedenlerle parti, dernek, vakıf gibi ideolojisi, iç hiyerarşisi, usulleri tanımlı, değişmez, değiştirilemez görünen yapılardan uzak duruyorlar. Ama esnek, hukuki formları, zorunlulukları, hiyerarşileri olmayan örgütlenmeler biçiminde inisiyatif, platform, sanal gruplar gibi ağlar üzerinden çok daha etkin iş yapmaya çabalıyorlar. Bir bakıma yeni kuşaklar örgütsüz örgütlülük ya da merkezi olmayan örgütlülük üzerinden kimlikleri, kutuplaşmaları aşan yukarıdaki üç alanda daha etkinler.
Önümüzdeki seçim sürecinde iktidarın kadim devletin bekası söylemine dayalı bir stratejisi olacağı anlaşılıyor. Muhalefet bunun karşısına toplumsal beka söylemi, ortak gelecek hikâyesi koymak zorunda. Ortak geleceği inşa edebilmenin yolu büyük toplumsal uzlaşmayı kurabilmek, onurlu yaşam hakkını koyabilmekten geçiyor. Ortak gelecek ise 2023 yılı dünyasının Türkiye’sinde bir liderin maharetiyle değil örgütlü toplumun, örgütle çabasıyla yani siyasi alanı genişleterek, özgürleştirerek, siyasete güveni yükselterek başarılabilir. Yani sorun toplumda demokrasi veya değişim talebi olup olmaması değil, var olan talebi yeterince güçlü örgütleyebilmek meselesidir bana kalırsa.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı