Her seçim döneminde yoğun biçimde seçmenin neye göre, hangi kararı vereceği tartışılır. Bu kez kararsız seçmen sayısının yayınlanan tüm araştırmalarda büyük oluşu dikkat çekiyor. Araştırmalarda kararsız olduğunu söyleyen seçmenlerin gerçekten ne denli kararsız oldukları önemli bir sorudur. Biliyoruz ki bir kısım insan, kararı olduğu halde bir nedenle kendini gizlemeye çalıştığı için kararsız olduğunu söyler. Bir kısmı ise gerçekten kararsızdır. Araştırmacılar da kararı olduğu halde kararsızım diyen seçmenlerin gerçekten hangi partiye dönük olduğunu anlamaya çalışır.
Fakat siyasetçilerin meselesi biraz daha farklı. Siyasetçiler önce gerçekten kararsızların kendilerine meyletmesini sağlamaya, diğer partilerin seçmenlerinin de aklını çelmeye uğraşırlar.
Peki seçmen kimdir? Genellikle okur, izleyici, müşteri, tüketici gibi birey üzerinden açıklamalar üretiyoruz. Bireylerin davranışlarını ve tercihlerini açıklamaya yönelik birçok model var. En yaygın kullanılanlardan biri sosyoekonomik statü (SES) dediğimiz, özellikle televizyonların reyting tartışmalarında sıkça kulağımıza çalınmış olan A-B-C gibi kümelemelerdir. Esas itibarıyla bu model eğitim, gelir, iş gibi somut, ölçülebilir demografik özelliklerden yola çıkılarak bireyin davranışlarını açıklamaya çalışır. Modelden de anlaşılabileceği gibi eğitim ve gelir seviyesi yükselen ve kentli hayat pratiklerini içselleştirmiş bireylerin tüketim, izleme, okuma, alışveriş tercihlerinde bu yükselişe bağlı olarak değişiklik olacağı varsayımına dayanır.
Bir başka model, bireyleri değerleri yani iyi-doğru-güzel tanımları ve referansları üzerinden kümeliyor. Muhafazakâr-yenilikçi, tutucu-özgürlükçü, otoriter-demokrat gibi değer eksenleri üzerinden bakılarak, bireylerin gündelik hayat pratiklerinde değerlerine, doğru bildiklerine uygun tercihlerde bulunacakları ve davranacakları varsayılıyor.
Bu ve benzeri “birey” temelli modeller bence bugünün hızlı-karmaşık-belirsizlik esaslı-çok boyutlu-çok aktörlü gündelik hayatının içindeki bireyi açıklamak için yetersiz kalıyor.
Bugünün bireyi yalnızca eğitimi, geliri veya doğru bildikleri üzerinden tercih ve davranış geliştirmiyor. Öğrendikleri, bildikleri ya da geliri kadar, duyguları-korkuları-algıları-beklentileri-inançları-kökenleri-aidiyetleri-sosyal çevresi gibi daha karmaşık etkiler altındaki bir süreç sonucunda tercihler oluşturuyor. Her gün verdiğimiz binlerce kararın çok az bir kısmı bilinçli muhakemelerle gelişirken, büyük kısmı bu karmaşıklığı barındıran bilinçaltı süreçlerle oluşuyor.
Seçmen olarak adlandırdığımız bireyler “insan”. Bu nedenle siyasi tercih denilen şey insana dair bir hikâye. Ve o hikâye, yalnızca bir sloganla, bir vaatle, kapıya gelen bir çuval kömürle açıklanamıyor.
Karmaşık bir süreç sonunda oluşan siyasi tercihleri ve seçim günündeki parti seçimini anlamak için yeni modellere ihtiyacımız var.
Futbol jargonuyla söylersek seçmen davranış taktiği 3-5-2 modeliyle açıklanabilir. Savunma; hanenin dirliği-düzenliği ve güvenliğinden, orta saha; değerler, hayat tarzı ve aidiyetlerden oluşuyor. İleri ikili ise algı ve beklentiler. Bu taktik diliyle ne demek istediğimi açıklamaya çalışayım.
Bireylerin temel tercih ve davranışlarının temelindeki en önemli unsur, kendisinin ve hanesinin geçimi. Geçim dediğimizde ilk unsur gelir-gider dengesi.
Geldiğimiz noktada ülkedeki hanelerin yalnızca onda birinde gelir giderinden fazla. Onda beş hanede gelir giderine denk. Eğer hanenin maaş, emekli maaşı veya kira gibi 30 gün sonra gelecek geliri var ve tutarı belli ise hayat var, yoksa hayat da yok. Giderler gelire göre ayarlanıyor. Kalan onda dört hanede ise gelir giderin altında. Bu hanelerin yarısı aile dayanışması, diğer yarısı sosyal yardımlarla yaşıyor. Ya da bir öğün eksik yeniyor, iki ampul söndürülüyor. Doğal olarak bu geçim seviyesi ve zorluklar hayatındaki gerek gündelik pratikleri gerek siyasi seçimleri doğrudan etkiliyor. Geçim durumuna futbol jargonuyla ‘kaleci’ diyebiliriz.
Savunma hattındaki ikinci ve üçüncü belirleyici unsur, ailenin çocukları için eğitim ve tüm hane fertleri için sağlık hizmetlerine ulaşabilme durumları. Bunlar hanenin gelecek umudunu da “var” ediyor. Savunma hattındaki dördüncü unsur ise güvenlik ihtiyacı. Bireyler güvenlik ihtiyacını kendi hayatında elbette can güvenliği ve asayiş olarak görüyor. Ama asıl ülke hayatı üzerinden yine kendi bireysel hayatını doğrudan etkileyeceği düşünülen ekonomik, siyasi ya da savaş gibi olası krizlere karşı kendisini savunmasız hissediyor. “Ekonomik kriz yayılır ve işsiz kalırsam” korkusundan titriyor. Gençlere bile “Mutlu olarak çalışacağı iş nedir?” sorusu sorulunca yarısı “iş güvencesi” diyor.
Savunma hattındaki geçim-eğitim-sağlık ve güvenlik ihtiyacı olarak saydığım dört unsur, bireylerin tercih ve davranışlarının en temel belirleyicisi. Bireyler ve haneler bu dört unsurda kendisini rahat ve güvende hissetmediği sürece başka şeylerin önemi yok denecek kadar azalıyor. Ya da yine futbol jargonuyla söyleyelim, savunmadan top çıkaramadıkça orta sahada oyun kuramıyor. Hayatın baskısına mahkûm, sürekli savunmadaki oyun devam ediyor.
Orta sahadaki beşli, hayat tarzı- değerler-eğitim seviyesi-kültürel aidiyetler-siyasi ideolojiden oluşuyor. Hayat tarzı, yeme içme alışkanlıklarımızdan, kılık-kıyafete, tatil anlayışımızdan alışveriş tercihlerimize gündelik hayatta yapıp ettiklerimiz. Elbette gelirimizle doğrudan bağlantısı olsa da gelirden bağımsız olarak gelişiyor çoğu zaman. Gelir kadar alışkanlıklarımızın, aileden öğrendiklerimizin, zevk ve keyif tanımlarımızın, yaşadığımız yerin kır-kent-metropol oluşunun etkileri var.
Değerler; iyi-doğru-güzel olarak tanımladıklarımız ve bu kabullerin referansları. Bazılarımız için dini inanç, bazılarımız için gelenekler, hukuk ya da evrensel standartlar gibi farklılık gösteriyor. Fakat günümüzde değerler ile gündelik pratikler arasındaki açıklığın da büyümekte olduğunu söylemeliyiz. Hayat pratiklerimiz gelire, eğitime, yaşanılan yere bağlı olarak görece daha hızlı değişiyor. Buna karşılık değerlerimizin değişmesi çok daha uzun sürüyor. En iyi örnek kadın meselesi. Göçle kentlere ve metropollere geldikçe kadının gündelik hayattaki rolü değişiyor, örneğin çalışmaya başlıyor ama kadına bakış aynı hızla değişmiyor. Hatta son yıllarda hızlı değişimlere karşı değerlere tutunmak, değerlerin değişimine direnmek gibi başka bir tavır da gelişiyor.
Orta sahadaki üçüncü unsur kültürel aidiyetlerimiz. Etnik kökenimiz, din ve mezhebimiz, dindarlık seviyemiz gibi aidiyetler temel belirleyicilerden. Dördüncü unsur eğitim ve bilgi/bilinç seviyesi. Beşinci unsur ise siyasi ideolojimiz.
Seçmen davranışını ve tercihini sonuca götüren, futbol jargonuyla golü atan hücum hattındaki iki unsur ise algı ve beklentiler.
Algılarımız kısmen dışımızdaki kişilerce yönetilebilir, biçimlenebilir. Reklam ve halkla ilişkiler faaliyeti neredeyse algı yönetimi üzerine kurulu. Yine de kritik bir durum var. Algılarımızı yalnızca duyduklarımız, gördüklerimiz belirlemiyor. Her şeyden önce duyduğumuzu kimin söylediği ve nasıl söylediği önemli. Yoksa her duyduğumuza, gördüğümüze hemen inanmıyoruz. Söyleyen kişiye veya partiye dair zihnimizdeki imaj ve güven şimdiki algıyı da önemli oranda belirliyor.
Beklentilerimiz ise asıl hareket edişimizi belirliyor. Hayata karamsar veya iyimser bakıyor olmak gibi kendimize dair olan özellik kadar, çevremizdeki ve ülkedeki hayata dair beklentilerimiz belirliyor her şeyi. Geleceğe umutla ya da kaygıyla bakmak hayata dair tüm tercihlerimizde olduğu gibi siyasi tercihlerimizde de önemli. Korkularımız beklentilerimizi de belirleyen önemli bir başka unsur.
Gördüğünüz gibi hiçbirimizin siyasi tercihi rastlantılarla oluşmuyor. Hiçbirimiz her sabah siyasi tercihimizi sorgulamıyoruz. Çünkü siyasi tercihimiz de tıpkı hayata dair diğer tercihlerimizde olduğu gibi bilinçli ve bilinçaltı süreçler karmaşasında oluşuyor.
Futbol taktiğiyle açıklamaya çalıştığım bu on bir unsurun her birisi bir diğerinin hem nedeni hem de sonucu. O nedenle bu unsurların her birini kompartımanlar halinde ayrı ayrı değerlendirmek başka hatalar üretebilir. Seçmen tercihi insana dair her konuda olduğu gibi oldukça karmaşık, çok boyutlu ve çok unsurlu.
Son beş yıldır toplumun her gün ağrı eşiği düşüyor, duyarlılıkları, rahatsızlıkları artıyor. Siyasi gerilim, pandemi ve ekonomik tufan bir arada yaşanıyor. Bu elbette siyasi tercih üzerinde bir etki üretiyor. Doğal olarak da seçmen önce iktidara ve Erdoğan’a karne veriyor. Sonra dönüp diğer seçeneklere bakıyor, güveneceği bir ses, söz, yüz arıyor.
Toplumda birçok fay hattı beraber çalışıyor. Türk-Kürt, Sünni-Alevi, siyasal İslamcı- endişeli modern gerilimleri giderek Erdoğan yandaşlığı – karşıtlığı eksenine sıkıştı. Uzun bir süre yaşanan siyasal kutuplaşma gerçek sorunlar karşısında bir miktar hararet kaybetse de varlığını hâlâ hissettiriyor. Zaman içinde siyasi kutuplaşmanın ana karakteri değişerek, artık kimliğine ve siyasi pozisyonuna aşk duygusu azalırken karşı tarafa olan olumsuz duygular artık daha ağırlıklı.
Öte yandan ekonomik tufan, enflasyon ve işsizlik toplumu afallatmış durumda. Geçim derdi ve yarın ne olacak kaygısı ağır basıyor. Seçmenin savunma hattı çöktü. Üstelik bir yandan özellikle iktidarın ürettiği siyasi gerilim, dış politikada şimdi de Batı ve NATO ile gerilim, Ukrayna savaşı, sınır harekâtlarının ürettiği psikolojik iklimin basıncı soluk alacak alan bırakmıyor. Her haberin, olayın, gerilimin, riskin, ölümün karşılığı var artık. Tüm duyargalar, seziler, kaygılar, korkular harekete geçti.
Çıkış var mı? Elbette var. Toplumun içgüdüsel “hayatı sürdürme duygusu” bir kez daha devreye girecek. Bu büyük akıntıların yanı sıra toplumda başka dip dalgalar da var ve bu dip dalgalar giderek daha büyük bir dalgalanmayı yaratma potansiyeli taşıyor. Bu dalgalanmanın geleceğe hepten güvensizlik mi yoksa geleceği ve güveni yeniden inşa fırsatını mı üreteceğini göreceğiz.
Ama asıl siyasi aktörler, sivil toplum, entelektüeller, akademisyenler bu süreci “yaratıcı yıkıma” çevirebilir. Bunun olabilmesi için de aktörlerin, özellikle de muhalif partilerin kendi duygusal pozisyonlarından, ezberlerinden kurtularak memleketin geleceğini yeniden düşünmeleri gerekiyor.
Devleti ve yönetimi yeniden yapılandırırken (siz ister onarım, ister reform deyin) hangi siyaset eliyle, hangi ölçülere-ilkelere-referanslara göre ve nereye kadar yapacağımızdır meselemiz. Ve bunları topluma anlatmak, toplumu ikna etmek.
Bu noktadan bakınca, yeniden düşünmenin başlangıç noktası bir kez daha bu toplumu, naturasını, ihtiyaç ve taleplerini anlamaya çalışmak olmalı. Bunu yapmak yerine seçmenin iktidara verdiği karnenin seçimi kazanmaya yeteceğini sanmak, şimdiden topluma kızmak, “ekonomik krize rağmen oylarını değiştirmiyorlar” demek, “yolsuzluk umurlarında değil hoş görüyorlar” sanmak gibi kolay yollar da var ama bu kolaycılığın yaratıcı yıkımı değil yıkımı beslediğini de anlamamız gerek.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı