2022 Fransa Cumhurbaşkanlığı seçiminin ilk turu 10 Nisan’da, ikinci turu 24 Nisan’da yapıldı. İlk turda Macron yüzde 27.84, diğer iddialı aday Le Pen yüzde 23.15 oy aldı. Yüzde 50 seviyesinden daha fazla oy alan aday olmadığı için seçim ikinci tura kaldı. Seçimin ikinci turunda Macron yüzde 58.5 oyla yeniden seçilirken, Le Pen yüzde 41.4 oy oranında kaldı.
Macron toplam 48.7 milyon kayıtlı seçmenin sadece 18.7 milyonun oyunu alarak cumhurbaşkanı seçildi. Fransızların yüzde 28.01’i sandığa gitmemeyi tercih ederken, yüzde 2.25’i geçersiz ve yüzde 6.35’i beyaz oy kullandı. Yani 16,6 milyon Fransız cumhurbaşkanı tercihinde bulunmadı. Tüm seçmen esas alındığında Macron’un oy oranı yüzde 38.5, Le Pen’inki yüzde 27.3 olurken, her ikisini de tercih etmeyenlerin oranı yüzde 34’ü buluyor.
Parlamento seçimlerinin ise birinci turu 12 Haziran’da, ikinci turu 19 Haziran’da yapıldı. İlk turda yüzde 47.5 oranındaki seçmen oy kullanırken, ikinci turunda bu oran yüzde 46 oldu. Yani 26 milyonu aşkın Fransız parlamento seçimlerinde oy kullanmadı, 22 milyonun oylarıyla oluşan siyasi tablo Macron için yenilgi oldu.
Daha önce Macron’un partisi tek başına salt çoğunluğu alırken bu kez oluşturduğu ittifak yüzde 38.6 oyla ancak 246 milletvekili çıkarabildi. Bu da 577 sandalyeli Fransa meclisinde salt çoğunluk olan 289 sayısının çok gerisinde.
Le Pen’in aşırı sağcı partisi daha önce sadece sekiz milletvekiline sahipken bu kez aldığı yüzde 17.3 oyla tam 89 sandalye kazandı. Sol partilerin oluşturduğu ittifak ise yüzde 32.6 oyla 142 milletvekili çıkararak mecliste ikinci büyük güç oldu.
Dört seçim sonrası Fransa siyaseti için aşırı sağın ilerlemesi, sol ittifakın parlamentoda ikinci güç olacak kadar güçlenmesi, merkezin giderek çökmesi üzerine birçok heyecanlı, spekülatif yorum yapılabilir.
Ama Türkiye siyasetini de ilgilendirecek asıl alınması gereken dersler ise seçime katılma oranlarındaki düşüş. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde üçte biri aşan orandaki Fransız seçmen sandığa gitmedi ya da boş oy verdi. Parlamento seçimlerinde ise daha da dikkat çekici biçimde yarıdan fazla seçmen sandığa bile gitmedi.
Geçen haftaki yazımda da değindiğim gibi kırılmalar tek yönlü olmuyor. Gerilen eksen ya da çubuk iki ayrı yerden kırılıyor. Birincisi içe doğru; yani uçlara, daha sert siyasetlere doğru kırılma. İkincisi eksenin de dışına çıkma ya da “gri alanın çoğalması” dediğim kırılma.
Türkiye’de de hemen her konuda aynı eğilim var. Örneğin eğitim seviyesi yükseldikçe ya da kentlileşme oranı göçle beraber arttıkça, kanaatler sanayi toplumunun varsaydığı gibi bir yöne doğru değişmiyor. Hemen her konuda iki uç fikre doğru kayıyor ve orta, makul pozisyon azalıyor. Ama eğitim ve kentleşme oranı düştükçe gri alan çoğalıyor. Daha önemlisi de tüm toplum dikkate alındığında iki uçlu o çubuklar, eksenler anlamını kaybediyor; o tartışmadan, gerilimden uzaklaşılıyor bir yandan.
Özellikle de gençler geleneksel gerilimler, eksenler, pozisyonlar dışında birikiyor. Bu durum da onları siyasetten uzaklaştırıyor. Geleneksel siyaset anlamını kaybediyor gençlerin gözünde. Fransa ya da Türkiye fark etmiyor. Farklı ülkelerde farklı ton ve dozlarda olsa da eğilim bu yönde.
Gençlerin, hatta tüm seçmenin siyasetten uzaklaşmasının bir dizi nedeni var. Öncelikle taraftarlarına bir amaç ve varlık duygusu veren, sanayi toplumunun ritmine göre şekillenmiş politik hareketler bu amaçlarını yitirdi. Günümüz insanının artık birden çok kimliği var. Belki zaman zaman kendi içinde çelişse bile insanlar kendilerini farklı kimliklerle tanımlamak istiyorlar. Hangi kimliklerini öne çıkaracaklarına da o günkü konumlarına veya o andaki güncel sorunlarına bakarak karar veriyorlar. Bir yurttaş hem çevreci harekette hem feminist harekette hem de bir partide farklı kimliklerini öne çıkararak politik eylem içinde olabiliyor.
Yalnızca bir kimliğin partisi olma pozisyonu ve çabasına ağırlık veren partiler, siyasi hareketler de çok kimlikli veya kimlik öncelik sıralaması değişmiş gençleri tatmin etmiyor. Yalnızca milliyetçi, Atatürkçü, sosyal demokrat gibi öne konulan kimlik; çevre duyarlılığı, toplumsal cinsiyet eşitliği duyarlılığı gibi yeni duyarlılıkları ya dikkate almıyor ya da kendi ön, bayrak kimliği altında eziliyor. Partiler, seçmenlerinin de kendilerini o kurumsal kimlikteki gibi gördüklerini sanıyorlar.
Bu kategorilerin, şemaların güncel hayatta önemli olmadığı; geçim, eğitim veya işsizlik sorununun hangi kimliğe ait olduğundan bağımsız var olduğu ve çözülmesi gerektiği ıskalanıyor. Kaldı ki, hepsi sosyo-kültürel ve siyasal kimlikler. Halbuki ülkemizde bugün temel sorun sosyo-ekonomiktir. Yani bütün yurttaşların hepsini ortaklaşa olarak derinden ilgilendiren hayat pahalılığı, eğitim, sağlık gibi konular sosyo-ekonomik sorunların temelidir. Öte yandan da uzun bir süreden beri var olan sosyo-kültürel kimlikler sosyo-ekonomik sorunların önüne geçti. Sorun derinleştikçe de tek boyutlu veya örgütlü siyasi kimlikler güç kazandı ve giderek politikanın merkezi oldu.
Dünyada da Türkiye’de de kalıcılaşan adaletsizlik ve yoksulluğun yanı sıra pandemi ve ekonomik buhran kimliklerin ve kimlikler arası kutuplaşmaların hararetini azaltırken sınıfsal gerilim güçleniyor. Bir başka neden, siyasetin ve partilerin beslenme özelliğini yitirmesi. Politik hareketler ve partiler daha önce ekonomiden veya sosyal bilimlerden gelen her yeni fikri benimser ve kendine uyarlarken bugün böylesi bilimsel beslenme yok oldu. Çünkü bilim de çok çeşitlendi, karmaşıklaştı. Politikacılar da örneğin biyolojiden veya antropolojiden beslenme yolunu hâlâ bulamadı. İklim değişikliği bile hâlâ gündemlerinde yeterince önde değil. Genetik biliminin geldiği noktanın, insanoğlunun geleceğini ne kadar etkileyeceği ve olası sorunlar üzerine politikacılarımız düşünmedikleri gibi, işletme bilimindeki örgüt teorilerinin günümüzdeki muhtemel sonuçlarından da ders çıkarılmıyor.
Kamera ve mikrofon bir zamanlar yalnızca partinin ve liderin elindeyken şimdi herkesin elinde. Bu değişim kampanya, örgütlenme gibi hemen her siyasi alanı değiştirirken partiler hâlâ yalnızca konuşuyor ama dinlemeyi bile bilmiyorlar. Partiler değişme ve gelişmeleri anlayamaz, yorumlayamaz ve giderek çözüm öneremez hale gelmiş durumda. Sanıyorlar ki seçim dönemlerinde bir odaya kapanan üç kişinin listeleyeceği vaatler oy oranlarını belirleyecek.
Metropollere ve büyük kalabalıklara dahil olunurken, tanış olunmayan yığınlar içinde küçük özel alanlara ayrışmış yaşamlarda artık büyük tutkuların da şiddetini kaybetmesi bir başka kaynak sorun. Bireysel hayatın öncelikleri ortak hayatınkilerin önüne geçiyor. Hele bir de Türkiye’de olduğu gibi gençler ülkenin geleceğinde kendilerini var hissedemiyorlar, umutsuz ve gelecek endişesi baskın yaşıyorlarsa geleneksel siyaset onlara heyecan ve tutku veremiyor.
Bu durum risk de içeriyor aynı zamanda. Çünkü insanlar ağır sorunlar altında tutku ve taleplerini doğru örgütsel hareketlere kanalize edemediklerinde gittikçe tepkisel ve bireysel çarelere yöneliyorlar. Giderek de ortak yarından kopuk, bencil, öfke dolu bir anlayış hakim olmaya başlıyor. Böylesi bir anlayış içinden politik önderlik olmadan da bireysel çıkış yapılamıyor. Son aylarda göçmenlere karşı tepki ve saldırganlıkta bu öfkenin izlerini görmek mümkün.
Daha da önemli nedense şu: Partiler ve var olan politik hareketler dünyaya kafa tutmaya, soru sormaya kendini hazırlayan, son derece hareketli, duyarlılık noktaları değişmiş olan genç insanların karşısında köklü ve değişmez- değiştirilemez imajı veren yapıları ile ayakta duruyorlar. Kotalarla vitrine konmuş birkaç genç fotoğrafı onlara sahici de gelmiyor, inandırıcı da olmuyor. Gençler -ve esas olarak herkes- var olan yapılanmalar içinde kendilerini ifade etmek veya politika oluşturmaya katkıda bulunmak gibi fırsatların tanınmadığı noktaya geldiğini görüyor. Partiler politika erbabının değil politika esnafının elinde. Bunun sonucunda da insanlar giderek partileri ve siyaseti kendileri dışında, işe yaramaz bir yapı olarak görmeye başladılar.
Buna karşın parti üyeliğinin sivil toplum üyeliğinden daha fazla sayıda olduğu ilginç bir örnek Türkiye. Parti üyeliği kendilerine dair kararlara katılmanın mekanizmasını sunmanın değil, hâlâ hayatı ve tüm kaynakları denetleyen devlet mekanizmasına yanaşmanın bir fırsat alanı. Çocuğunun iş ve gelecek fırsatının, bu üyelik üzerinden devlete yakın olma umudunun taşıyıcısı. O nedenle üst yönetimlerde de üyelerde de parti içi demokrasi talebi yok.
Tüm bunlara karşın Türkiye’de politik gerilimin ve özellikle de iktidarın tercih ettiği politika yapış biçiminin ürettiği çok güçlü bir siyasi hararet var. Yine de yalnızca bu iktidar döneminde değil hep seçime katılım oranları son derece yüksek. Çünkü insanların ülke yönetimine katılabilecekleri kendilerine dair tek şans ve onlar da bu şansı sonuna kadar kullanıyorlar. Örneğin 24 Haziran seçimlerine katılım yüzde 88.5 oranıyla 2002 seçimlerinden bu yana en yüksek seviyesine çıktı.
Çok partili hayata geçildikten sonraki tüm seçimlerde katılım oranları ortalama yüzde 80-85 aralığındadır hep. 12 Eylül darbesi sonrası ilk iki seçimde oy vermemenin cezaya bağlanmış olmasının katılım yüksekliğini de etkilediğini söylemek doğru gibi görünse de, esasen ülke insanının seçimlere ilgisinin oldukça yüksek olduğu görülmektedir. Belki de katılım mekanizmalarının bu denli kısıtlı olduğu bir ülkede, insanların seçimler yoluyla siyasete müdahale imkanlarını kullanma konusunda heveskar oldukları söylenebilir.
Fransa’da da Türkiye’de de seçim sonuçları konusunda genel kabul, analizlerin geçerli oylar üzerinden hesaplanan kesin ve resmi sonuçlarla yapılması. Dolayısıyla bu analiz ve yorumlarda sandığa girmeyen seçmenler ve geçersiz oylar analiz dışında kalıyor ve yok sayılıyor. Öte yandan bu yaklaşımla örneğin Fransa’da 47 milyonun 26 milyonu, Türkiye’de son seçimdeki 57 milyonun 9 milyonu gibi büyüklükler yorumlara konu olamıyor.
Halbuki zorunlu haller nedeniyle (hastalık, görev, yolculukta-seyahatte olmak, askerlik vb.) katılamayanlar dışındaki büyük bir seçmen kümesi seçimlere ve siyasete karşı bir protest davranış ima ediyor şeklinde de değerlendirme yapılabilir. Özellikle de Fransa’da görülen bilinçli protestodur. Dolayısıyla mesele bu büyüklüklerdeki seçmenlerin siyasi aktörlerden umutsuzluğunun ya da onlara karşı kayıtsızlığının daha önemli bir siyasi sonuç olduğunu fark etmek gerekir.
Örneğin Türkiye’de de 30 yaş altı seçmenin üçte ikisi siyasi aktörlerden umutsuz, yarısı da hâlâ kararsız konumda. Şimdiden şunu söylemek mümkündür: Türkiye’nin önümüzdeki seçimlerde sonuçları belirleyecek ilk önemli unsur seçime katılım oranı olacak. Eğer bugünkü durum devam eder ve gençler seçime katılmaz ise bu durum iktidara yarayacak. O nedenle muhalefetin öncelikle genç seçmenler olmak üzere topluma ne denli umut verebildiği seçimlerin sonucunu doğrudan etkileyecek.
Bekir Ağırdır'ın bu yazısı, Oksijen gazetesinden alındı